Yazdırdığınız Makale: "VE ÖDENİR TERCİHLERİN KEFARETİ VAZGEÇİŞLERİN KÜSKÜNLÜĞÜNDE".


"VE ÖDENİR TERCİHLERİN KEFARETİ VAZGEÇİŞLERİN KÜSKÜNLÜĞÜNDE"

 
         Yanılmak ve aldanmak... Peygamber Efendimizin “Sevdiğin kişiyi ölçülü sev bir gün gelir düşmanın ‎olabilir; gadab ettiğin kimseye ölçülü gadab et, bir gün gelir dostun olabilir.”hadisine rağmen sevgi ve nefretinde ifrat ve tefrite düşenlerin kaderidir, yanılmak ve aldanmak... Ve aşırıya kaçmanın cezasını sevdiklerimizde gördüğümüz vefasızlıkla öder ve sonra kalemi ele alır “Eğri değneğin düz gölgesi olmaz.” başlıklı yazıları yazarız. Bu yazım saygı değer dostum ve ağabeyim Niyazi Bey’in bu sitede yazdığı, beğenini ile okuduğum ve de hislerime tercümen olan yazısına cevaben bir yazı olmayıp tam tersine o yazının bende bıraktığı etki ile bir muhasebe yazısıdır.
          Kefaret, örtücü demektir. Herhangi bir suretle işlenen bir suçu, günahı örten, gideren şeye kefaret denir. Yüce Allah bazı günahları, kusurları, birtakım vesilelerle affeder. İşte günahların bağışlanmasına yarayan bu vesilelere kefaret denilir. Fıkıh âlimi olmadığım gibi “İslam Dininde Kefaretin Yeri” eksenli bir yazı yazmayı da amaçlamadığımın bilinmesi bu mevzu için kâfi. Yazımın başlığını okuyanlar, yazımın nefsi bir yazı olduğunu düşünebilirler oysa bu sayfalarda beni takip edenler Ali Şeriati’den aktardığım ve altına imzamı attığım “Yalnızlık Sözleri” yazısının muhatabı olma ve kendimi yok sayma adıma bir yazı yazmayacağımı bilmeleri gerek. O yazıdaki “O "en büyük leke"ye takılıp kalmadım, dünyaya bulaşmadım. Öğretmenliği ve sessizliği seçtim, hale bakıp sözlere aldırmadım diye, Allah'a hamd ediyorum; içim içime sığmıyor. Onlar altın topladılar, ben hazine buldum. Onlar saraylar inşa edip bir kaç koltuk elde ettiler, ben tapınak inşa ettim ve iyilik tanrısının sonsuz iklimlerinde, saltanat tahtına kuruldum. Onlar bağ bahçe aldılar, ben ise mucizelerin yeşil ülkesine sahibim. Onlar masa başlarında gururlandılar, ben aşk tapınağının minaresinde, gururumu ayaklar altına aldım. Onlar Kayser'in köleleri oldular, ben ise "Hekim"in sahabesi oldum. Onlar biterken, ben daha yeni başladım.” ifadelerini bir manifesto olarak ilan etmiş bir insanın umuma açık bir yerde kendi paradoksunu sergilemesi, acziyet ve garabetten başka ne olur ki.
         Bu yazımın konusu bireysel tercih ve ona bağlı yaşanan düş kırıklılarından ziyade toplumsal tercihler ve onlara bağlı yaşanan düş kırıklıkları ve toplumsal kefaretlerimiz. Her geçen gün kaybımızla birlikte hayıfımızda artmakta. Ama kimse neden ve niçin sorusunu kendine yöneltmediği için kayıplar hanemize yenileri eklenmekte ve her geçen gün kendimizi biraz daha kaybetmekteyiz. Ve kaybetmekteyiz yarınlar adına taşıdığımız umutları… Kaybetmekteyiz sükûnet vaat eden onurlu duruşları. Ve artık onur kavgasının kaybedenlerindeniz.
Sahi biz bu kavgayı ne zaman kaybettik. Haksızlığa uğrayanlara karşı haksızlık yapanlarla çıkar ilişkilerimiz ve ya gönül irtibatımız olduğu için güçsüze destek olmadığımız ve güçlüye ses çıkarmadığımız zaman… Menfaatimizi putlaştırıp ona tapındığımız zaman… İnsanlık onurumuzu makam ve mevki beklentimize feda ettiğimiz zaman. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın dediğimiz zaman… Bizden olsun çamurdan olsun dediğimiz zaman… Devlet kapısını açmak için kartvizitlerin arkasına “Yakınım olur.” dip (aşağı-lık) notunu düştüğümüz/düşürdüğümüz zaman… Her koyun kendi bacağından asılır sözünü amentü bildiğimiz zaman… Hakkı kuvvetliye reva gördüğümüz zaman… Yükseklere açılan kapılardan dönerek geçtiğimiz zaman… Zulm ile abad olanın akıbetinin berbat olacağını kulak ardı ettiğimiz zaman… Bir gün sıranın bize geleceğini unuttuğumuz zaman… “Dengeleri iyi korumak adına her tarafa yeşil ışık yaktığımız zaman... İçinden çıkamadığınız işlerde bulunduğunuz ortamdan uzaklaştığımız zaman. Onur kelimesini lügatinizden çıkardığımız zaman… Bekri Mustafa fıkrasına uygun hareket edip, namaz kıldırdığımız zaman... Bir yerlere gelmek adına attığımız ters taklalar sonunda bel fıtığı olduğumuz zaman.” Her devrin adamlarını her derdin devası, her işin piri olduğunu sandığımız zaman.  Abilerimizin yaptığı kul hakkı ile ilgili ayetlerin tefsiri ile kendimizden geçip iş icraata geldiğinde işimizi Ankara’daki dayımızla hallettirmeyi hak ve hukukun hatta dinin bir gereği gördüğümüz zaman… Bu zamanları daha da artırmak mümkün. Bu zamanların çok olması bizi ümitsizliğe düşürmesin. Vefa ve onur sözcüğünü lügatlerinden çıkarmamış eğri değneğin düz gölgesi olmayacağına adı gibi inananlar hala mevcut. Mevcut olan bir şey daha var ziyadesiyle: Sözümüzün namusunu taşıyıp taşımadığımızı yazmak için bekleyen tarih sayfaları. Bu sayfalar, bireysel savruluşumuz ve rücû edişlerimiz yanında; toplumsal duruşumuz ve sorumluluğumuzu not edeceğinden; varlığımızı ve terk-i diyar edişimizi “ve ödedik tercihlerimizin kefaretini vazgeçişlerimizin küskünlüğünde” sözüyle geçiştirmek çok kolay olmayacak; çünkü tarih sahnesi/sayfaları vefa adına da olsa “eğri değneğin düz gölgesi”  olacağına asla itibar etmemiş ve de yer vermemiştir.
        Değerli büyüğüm Niyazi Bey “Vefa” başlıklı yazısını “Sen gülerken yanındakilerde güler ama ağlarken yalnız ağlarsın onun için öyle bir ağaca yaslan ki asla yıkılmasın öyle bir dost edin ki seni asla bırakmasın. Dostun ebedisini bulup O’na dost olmaya çalışanlara ne mutlu.” temenni ve tavsiyesi ile bitiriyor. Bu devrin dostluğunu, bir siyasi duayenimiz seçim meydanlarındaki seçmenin vefasızlığına binaen kalabalığa hitaben söylediği “ Alkışlar bize oylar rakiplerimize.”Sözünden daha güzel ne açıklayabilir ki? Fakat sorun dost bildiklerimizin bize karşı vefasızlığından yakınma olmamalı; eğer yakınmamız bu ise - ki Niyazi Bey’in asla böyle bir muradı olmayacağını en iyi bilenlerden biriyim-, bu hayli şahsi, menfaatperest ve de basit bir tavır. Asıl sorun şu: Neden eğri değnek elimizde dayanakken gölgesi düz de; elimizden çıkınca gölgesi eğri ya da elimize koyamadığımız değneklerin gölgesi neden hep eğri. Bu muhasebeyi yapmadan atacağımız her adımın sonunda   “Ve ödenir tercihlerin kefareti vazgeçişlerin küskünlüğünde” namelerini dillendireceğiz bu matinede. Fakat bu dünya matinesinde “Silgisi kaleminden önce bitenlerin” ikbali yaver gitse de itibarlı oldukları görülmemiş; zira itibarın yolu itidalden geçer. İtidalli olanın dilinden ise asla bu nameler dökülmez.