Ah İstanbul

İstanbul…

Görmeyeli hüzün çökmüş sokaklarına.

Sayısı artan lüks apartman dairelerinin, içindeki huzuru azalmış gördüm.

Kalabalığının içinde peyda olmuş, kimsesizlikler gördüm.

Yalnızlığını boğazdan bırakanların ümitsizliği, ekmek derdiyle kapını çalanların ümidiyle kapışıyor hala.

İki yakan hala bir araya gelmek için köprülere tutunuyor, çaresizliğe inat.

Trafiğin bıraktığım yerde, bir arpa boyu ilerleyememiş oradan.

Martının denize olan aşkı aynı hala ve Eminönü’nde balık-ekmek satan amcanın, yiyenlerde yarattığı mutluluk da.

Ötekileştirilmiş hayatlar ve hayatlarına sığmayan hayaller gördüm.

Rüzgârda, yaprakların peşi sıra savrulan ümitlere bakakalmışken,

Buğulu olan benim gözlerim miydi, senin gökyüzün mü, çözemedim.



Ah İstanbul…

Benim cebimde taşıdığım hüzündür, senin sokaklarında dolaşan şimdi,

Kalabalıkların yalnızlığından kuytulara sığınan benim,

Boğazı severim ama yalnızlığımı emanet edemem kimselere,

Kaygılarımı, sevdanın önünde tutamam,

Büyüleyici köprülerinden geçer de her gün nasıl düşünmem manasını,

Köprüler dururken duvarlar öremem.

Kalmadığım yerden devam etmeye gelmişken,

Bıraktığım gibi bir İstanbul bulmayı bekleyemem.

Ve bir kasım akşamı sonbahar geçip giderken halimi sormaksızın

Senin gökyüzün müdür buğulu olan benim gözlerim mi, bilmem.
YORUM EKLE