Dava kim, sen kim?

Sıkıntılı bir başlık, farkındayım. Bu uyku halinden uyanmak lazım, onu daha çok farkındayım.

Her birimiz kendimiz için bir yol çiziyoruz. Bir düşünce sistemini benimsiyor ve bir topluluğa bağlanıyoruz. Bu uğurda birçok haksızlıklarla karşı karşıya kalıyor, vefasızlıklara şahit oluyoruz. Yine de vazgeçmiyoruz bildiğimizden.

Peki, neden?

Durup kendimize,  çevremizdeki insanlara bir soralım. Amacımız ne? Nedir bizi grup içerisinde olmaya mecbur kılan? Kendi önceliklerimizi bir kenara iterken, aidiyet hissettiğimiz topluluğun peşinden koşmak zorunluluğu neden?

Cinsiyet, siyaset, statü, parti fark etmiyor, verilen cevap aynı oluyor.

Dava…

Sihirli bir sözcük dava. El üstünde tutuyoruz. Ağırlığına bile bakmadan bin türlü yükün altına giriyoruz. Yetmiyor, uğruna en yakınımızdaki insanları bile karşımıza alıyoruz. Peki, sonuç; yine de bir türlü hak ettiği o zirveye çıkartamıyoruz davamızı?

Belirttiğim gibi konu sıkıntılı. O nedenle biz abalıya dönelim ve siyaset özelinde inceleyelim.

Dava konusunu siyasi mecrada “sefasını sürenler” ve “cefasını çekenler” diye iki başlık altında toplayabiliriz.

Sefasını sürenlerin, ilçe başkanından tutun, milletvekillerine kadar her koltuk sahibinin dem vurduğu, söylemlerinde sıkça kullandığı bir olgudur dava. Gerçi her biri bu davanın yılmaz neferleridir. Onlar için makam ve mevki önemli değildir. Önemli olan davanın ta kendisidir. Seçimlerde gösterilecek başarıdır. Şahısların değil ama davanın kazanımlarıdır. Bu kazanımlar aynı zamanda vatandaşın kazanımlarıdır.

İşte bu noktada Galip Erdem’e atfedilen cümleler, dava ve makam arasındaki ters orantıyı açıklar mahiyettedir.

“Bizler ‘dava’yı Ağrı Dağı’nın zirvesine çıkaracaktık. Yola koyulduk, bin zahmet ve emekle, acılar çekerek dağa tırmandık. Zirveye vardığımızda sevincimiz sonsuzdu ama küçük(!) bir noksanımız olduğunu fark ettik: ‘Dava’yı dağın eteklerinde unutmuştuk! Meğer biz davayı değil, kendimizi zirveye çıkartmışız.”

Cefasını çekenler başlığına gelince; varlığımızın merkezine oturtmuşuzdur davamızı. Her şey ihtimal dâhilindedir artık. Dava için yakarız, dava için yıkarız. Vururuz, kırarız ve hatta ölürüz, öldürürüz. Bu uğurda yaşanan can kayıplarını da şehit olarak nitelendirir, payeler dağıtırız.

Evet, davalar büyüktür. Uğruna çekilenler ise kutsaldır. Davamıza olan bağlılığımız insanlığımızın gereğidir. Ancak bir nokta unutulmamalıdır ki davalar insanlara endeksli değildir. Ben varsam dava var, ben yoksam yok düşüncesi hastalıklı bir fikriyattır.  Koltuk hırsı ile yola çıkılanlara meyletmek, onlara yalakalığı marifet saymak da bu hastalığa ortak olmaktır.

Üstat Necip Fazıl’ın Sakarya şiirinde ifade etiği gibidir dava.

“İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal.

Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal,

Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan;

Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan.”
YORUM EKLE