DÜŞ GEMİLERİMİZİN SIĞINAĞI

Bir şehir, geçmişi olan ama bilinmeyen dünle bugünü aynı cezvede kaynatırken tarihe, bir dereden bir tepeden dem vururken coğrafya ya gözüyle baktığı gözlerini kah açar, kah yumar. Şehre suret ’ten çok siret gözüyle baktığı için de, yaptığı iş yaşayanlara iğreti gelecektir. Şehirde insan gibidir ve hatırlanmayı bekler. Ara sıra sıra olsun fark edilmeyi, aranıp sorulmayı, dünyasında nelerin döndüğünün bilinmesini ister.

İpek Yolu üzerinde bulunması ve maden ocaklarına sahip olması nedeniyle 16. yüzyıldan itibaren Avrupalı tüccarların önemli bir uğrak yeri olan Gümüşhane, nefes kesen doğasının yanısıra Roma döneminden kalma antik kalıntılar, çok sayıda tarihi kale ve manastırla tarih turizmi yönünden de bir cazibe noktasıdır.

Kuruluşu M.Ö 5000 yıllarına dayanan Gümüşhane, Romalılar döneminde de “gümüş yeri” anlamında Arjiopolis diye adlandırılıyordu. Kentin belli dönemlerde aldığı diğer isimler arasında ayrıca “Canca, Caica,Catha ve Caniha” gibi adlar sayılabilir. Evliya Çelebi, Canca ve Catha adlarının yanında “Urla” adından söz ediyor.  Tarihçi İbni Batuta ise “Gümüş” olarak anıyor kenti.  

Gümüşhane ve çevresi, 1048 yılında Türk idaresine geçmiş ve birçok Türk boyu arasında el değiştirmiş, Trabzon’un Fatih Sultan Mehmet tarafından 1461 yılında fethedilip Osmanlı topraklarına katılmasıyla birlikte, gümüş madenleri işletmeye açılmış, Eski Gümüşhane’nin bulunduğu Canca mevkiindeki darphanede, imparatorluk hazinesinin 1/6’sını temin eden sikkeler basılmış. Maden ocaklarının varlığıyla Gümüşhane’nin nüfusu zamanla artmış ve halk zenginleşmiştir. 1570 yılında nüfusu 60 bini bulan Gümüşhane; tüccarların uğrak yeriydi. Bu tüccarlar İran, Hindistan ve Suriye gibi ülkelerden gelerek halı, ipek ve farklı kumaşlar karşılığında gümüş paralarla ülkelerine dönerlerdi.

Maden ocakları IV. Murat zamanında en canlı dönemlerini yaşamış, bir ara kapansa da 1839 yılında yayınlanan Hatt-ı Hümayun’la tekrar işletmeye açılmış. 1894 yılında madencilere tanınan imtiyazların kaldırılması ve teknik yetersizlikler nedeniyle üretim durmuştu. Gümüşhane, mevcut konumuyla Karadeniz Bölgesi’ni Doğu Anadolu’ya bağlayan bir geçiş kapısı. Doğu Karadeniz’in genç kıvrımlı dağlarıyla çevrili il topraklarının yüzde 60’ı dağlarla kaplı. 2000-3400 metre yüksekliğindeki bu dağların derin vadilerle parçalandığı görülür.

Gümüşhane’deki tarihi kalıntılar ve kalelerin çokluğu insanı şaşırtacak boyutlardadır. İl genelinde yedi büyük manastır bulunur. Bu manastırlar, yüksek dağların oldukça sarp tepelerine kurulmuş. Bunlardan en görkemlisi ve görülmeye değer olanı, kuşkusuz Olucak Manastırı. Şiran ilçesi Çakırkaya Köyü’nde bulunan ve tamamen kayalara oyularak yapılan Manastır ise görülmeye değer. Manastırları gölgede bırakan asıl yapılar gökyüzünü delip geçen kayalıklar üzerine kondurulmuş kalelerdir. Yerleşim merkezlerini, geçitleri korumak için yapılmış kalelerin ve gözetleme kulelerinin sayısı 52’yi bulur. 

Bu şehire bakmak ağırlıklı olarak mensurenin, yer yer sohbetin sınırlarını yoklar. Fıkra olarak kalmak gibi bir tavırdan şiddetle kaçınır. Bu şehir olsa dursa, onu sevenle bir şehrin terennümleridir. Doğru veya yanlış, iyi veya kötü, bu kâinatta en fazla mana neşredenler bizlere onları tanıyabilmemiz için ve tarihin derinliklerinde bizi gezdirmek için iz bırakanlardır.

Bu şehir son beş bin yılı hatırlanan bir yerleşim birimiyle, o beldeye hayat veren ve dünya kurulduğu günden bu yana bunu hep yapmaya çalışan göğsünden akan çay’ın hikayesidir. Böyle olunca da şehrin dinamiği ve statiği aynı çizgi de kesişir. Bu birleşen hattın üzerine çekilen cila ise, şehirde yaşayan insanların ruhunda kopan fırtınalardan ezgiler taşır. İçli ve kırık…

YORUM EKLE