Eğitim Yönetimine İlişkin Değerlendirmelerim

Eğitim sistemimizin olumlu yönde gelişebilmesi için Milli Eğitim Bakanından başlayıp Müsteşarlara, Müsteşarlardan Daire Başkanlarına, onlardan il ve ilçe müdürlerine ve son halka olarak da okul müdür ve müdür yardımcılarına uzanan eğitim zincirinin sağlam olması gerekir. Bu kişiler işgal ettikleri makamların hakkını vermek durumundadır. Gerekli donanımda olmayan, liyakat gözetilmeksizin atanan, işin ehli olmayan kişilerle hiçbir başarı elde edilemez. Milli Eğitim Bakanımız Sayın Ziya Selçuk Beyefendinin bakanlık makamını hak ettiğinden ve donanımından şüphemiz yok. Yalnız yukarıda çerçevesini çizdiğim diğer makamlarda liyakat gözetildiğinden emin değilim. Devletin her biriminde olduğu gibi buralarda da kısır döngü ürünü olarak politik atamaların olduğu muhakkak… Bu sorunu benim gibi hiçbir politik bağı olmayanların çözmesi mümkün değil. Bu işi ehline(!) bırakıyoruz.

Bütün eğitim kurumlarının kısır döngülerden kurtulması için öncelikle okul müdür ve müdür yardımcılarının seçiminde (alımında) uygulanan adam kayırmacanın, torpilin (mülakat adı altında) terk edilmesi gerekir. Mülakat adıyla yapılan eleme (!) işleminin ilk adımı, ne yazık ki, hangi siyasi yapı olursa olsun, iktidarın bastonu olan sendika yetkilisi ve görev yapılan yerin parti ilçe başkanını ziyarettir. Şuna bile şahit olduğum durumlar söz konusu.

Üzülerek ifade ediyorum. Bir öğretmen düşünün… İki üniversite bitirmiş, yüksek lisans yapmış fakat ortaokul mezunu ve Kuran-ı Kerim’den başka hayatında tek kitap eline almamış ilçe veya belde başkanına gidip el etek öpercesine eğiliyor önünde. Öğretmeni bu duruma düşüren sistem ya da sistemi bu hale getiren basit politikacılar utansın.

Bir dönem revaç gören ve ısrarla uygulanan okul müdürlerinin müdür yardımcılarını seçtiği idarecilik sistemi -bizim adam, bizim sendikalı- saçmalığından dolayı pek çok okul, vasıfsız yöneticilerle doldu. Okullarda yurt genelinde yaşanan disiplinsizlikler ve adli olaylar bu sistemi getirenleri dahi üzdü ve bu mantıksızlık sessizce kaldırıldı. Basında yer alan pek çok yüz kızartıcı olay görmezden gelinse de yine de milletin vicdanında derin yaralar açtı. Okullardaki bu niteliksiz yöneticilerden kaynaklanan olayların ve yaşanan disiplinsizliklerin üstü örtülmeye çalışılmıştır. Hiçbir yetkili çıkıp da bu olaylar üzerine şunu diyemedi. “Bu idarecilerin karakter ve şahsiyet sorununun yanında liyakat ve adalet sorunu da var.”

Hakikati dile getiremediler çünkü politik yaklaşımları yüzünden bu tür kişileri makamlara getirmeleri hataydı.

İyi bir idareci her şeyden önce karakterli olmalıdır. İdarecilik, karakter sahibi olmayı gerektirir. Nefsine sahip olmak ise idareciliğin yarısı hükmündedir.

Yönetici basiret sahibi olmalıdır. Gelişen olayların sonunu önceden görebilmelidir. Sezgileri güçlüdür. Bir Hint atasözü der ki: “ Görmemek, iki kişinin işidir. Kör olanla akılsız olan…”

Türk mutasavvıfı Mevlana bu konuda nefis bir tespitte bulunur: “Körün kuyuya düşmesine şaşılmaz; yolu görenin kuyuya düşmesi şaşılacak şeydir.”

Yönetici cesaret sahibidir. Tarih boyunca pasif ve pısırık kişiler lider olamamıştır. Çünkü cesaret, tehlike karşısında akıl, yürek ve bileğin kullanılmasını gerektirir. Korkaklıkla çılgınlık arasında bir yerde bulunur cesaret. İçerisinde sebat, kararlılık, cüret, ataklık, azim, çılgınlık ve ihtiras barındırır.

Ömrü boyunca kamu yönetimi alanında çalışan değerli büyüğüm Recep Muhlis Gür, bu hususta: “Akıllının cesareti hesaplıdır. Sonuca götürür; ahmak kişinin cesareti ise zamansızdır ve sahibini zarara sokar.” demektedir.

Aklı ve ileri görüşlülüğüyle Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün Kireç Tepe’yi düşmandan koruması, cesaret ve planlılık örneği değil de nedir?

Yönetici azim ve kararlılık örneğidir. Karakterin destekçisi evvela inançtır. Disiplin, fedakârlık, tahammül, sabır, gayret, hırs ve ısrar karakterin diğer güç kaynaklarıdır.

Azmin olduğu yerde tembellik ve ihmalkârlık barınamaz. Alman düşün adamı Geothe der ki: “İnsan bir şeye kendini tamamen verdiğinde Allah da harekete geçer. Azmi olmayan dahi, gerçekte ölü hükmündedir.”

Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk: “Zafer, zafer benimdir diyebilenin; başarı başarılı olacağım diye başlayanın ve başardım diyebilenindir.”

Yönetici çalışkan olmalıdır. Bilgi ve teknolojinin önü alınamayan yükselişi karşısında çalışkan olmaktan başka kurtuluşumuz yok. Buna rağmen yapacak iş çok, zaman ise az. İhtiyaçlar sonsuz, çözüm önerileri az ise burada sonuç her zaman hüsrandır.

Çalışmak bir çeşit ibadettir. Bu anlamda iyi bir idareci için çalışma saati diye bir sınırlandırıcı kavram yoktur. İşimizi bitirinceye kadar uyumadan, dinlenmeden, yemeden çalışmalıyız.

Büyük kurucu, dahi insan Mustafa Kemal’in: “Yalnız bir şeye ihtiyacımız var. O da çalışkan olmaktır.” Sözünü aklımıza ve gönlümüze kazımalıyız. “Tembellik, bütün kötülüklerin anasıdır.” diyen bir liderin kurduğu bu devlet, tembellik edemez.

Yönetici doğru sözlü, dürüst ve güvenilirdir. Öyle de olmalıdır. Başkalarının hakkına ve hukukuna riayet etmesi bu kör vicdanları bile uyandıracaktır. Doğruluk insan olmayı sağlar. Yalancılık ise insanı alçaltır.

Hz. İsa buyurdular ki: “Başkalarının alın teriyle saraylar kuranların vay haline! Sarayın duvarına konacak her bir taş bir cana kıymak olacaktır ki bu bir cinayet demektir.” İyi bir amir güvenilir olmalıdır. Güven duygusu, inanma ve bağlanmanın öncülüdür. Güven duygusu, sevilmenin en önemli etkenidir. Kendisine güvenilmeyen bir yönetici kendi gibi güvenilmeyen ekip kurar. Bu da “İt itin kuyruğuna basmaz.” Türünden bir oluşumun ilk belirtisidir.

Atatürk’ün tespitiyle: “Bir kurumun yaşaması, gelişmesi ve başarıya erişmesi başındakilerin iyi huylu, dürüst, imanlı kişiler olmasına bağlıdır.”

Yönetici sözünde durur ve vefalıdır. Devlet adamına en çok yakışan belki de budur. Çünkü O, devlettir. Sözünün eri olmak, gönüllere sevgi tohumları ekmek ve gönülleri kazanmak onun asli görevidir. Bu da evvela güven sağlamayla mümkün olacaktır.

Yapacağız, edeceğiz.” diyerek sık sık afaki nutuklar atmak, vaatlerde bulunmak sonra da sözlerini unutmak aklı başında bir insanın -yöneticinin- sergileyeceği bir davranış değildir, olmamalıdır.

İnsanlığın kurtarıcısı Hz. Muhammed: “Söz vermek borçtur.” diye buyurmaktadır.

Mustafa Kemal Atatürk, Selanik Rüştiyesinden Matematik öğretmeni Faik Bey’yi ve Manastır İdadisinden tarih öğretmeni Tevfik Bey’i yıllar sonra aramış ve bulmuş, izinlerini alarak kendilerini milletvekili yapmıştır. Mehmet Akif ve Yahya Kemal gibi büyük şair ve yazarları da unutmamıştır. Silah arkadaşları ve kurtuluş yolunda emeği geçen herkese vefa örneği göstermiştir.

Sözünü tutmak her kişinin değil; er kişinin özelliğidir. Buradaki er kişiden kasıt cinsiyet değildir. Sözünü tutmanın en iyi yöntemi, kimseye söz vermemektir. Çünkü işin sonunda sözünü tutamamak da var. Sözünü tutmayanlar kaypak kişilerdir. Vefa dostluğu devam ettirmektir. Vefadan anlamayanlar nankör tiplerdir. Gördüğü iyilik ve güzellikleri unutan; tuz, ekmek hakkı nedir bilmeyen kişiden ne kendisine ne de çevresine bir yarar gelir. Bu tür insanlara önerim “Vefayı köpekten öğrenin!” olacaktır.

Yönetici, şefkatli ve merhametli, yumuşak huylu ve ağırbaşlı, tedbirli ve ihtiyatlı, ayrıca cömert olmalıdır. Herkesi kucaklayabilmelidir. İyi bir yönetici, affetmenin faziletini kavramış; yiğitliğin intikam almakta değil, tahammül edebilmekte olduğunu bilen kişidir.

Yönetici, iradenin eşekliği anlamına gelen inatçılıktan uzak, fakat azimli olmalıdır. Çünkü azim doğruda; inatçılık ise yanlışta ısrarcılıktır. Son asrın en büyük siyaset adamlarından olan Osman Bölükbaşı, yöneticilerin inatçılığı konusunda “Zengini hayırsız evlat, memuru süslü avrat, politikacıyı da kuru inat batırır.” demiştir.

Yönetici kıskanç olmamalıdır. Belli oranda kıskançlık yarar sağlayabilirken, aşırıya kaçan kıskançlıklar hastalık düzeyine erişir ve insanı yıpratır. Yöneticideki kıskançlık, iyilik ve başarıya tahammülsüzlüğe sevk eder insanı. Peygamberimiz buyururlar ki: “Ateş odunu nasıl yerse, kıskançlık da iyilikleri öyle yer.”

Kıskanç amir, görev dağılımında haksızlık yapar. Kıskandığı kişiyi ezmeyi hedeflediğinden akıl ve mantık ilkelerinden sapar. Bu da onu huzursuz eder ve tutarsızlığa sürükler. Karşısında bir meslektaş ya da paydaş olmayan amir, ihtiraslarına yenik düşer. Kurumunu yönetemez duruma düşer. Hep öfke yüklendiğinden “Yırtıcı kuşun ömrü az olur.” Türünden bir sonla karşı karşıya kalır. Böylelikle kendi sonunu kendisi getirmiş olur.

Unutmayalım ki hırs, bir sandalın yelkenini şişiren rüzgara benzer. Fazlası gemiyi batırır, azı da gemiyi olduğu yerde bırakır. Doğrusu şudur: “Her şey kararında olmalıdır.”

Pek çok yöneticide makam hastalığı vardır. Oysa görev yapılan makamı aşırı düzeyde sevmek ve tutku derecesinde o makama bağlanmak bir hastalıktır. Koltuk hastalığı bunun bilinen adıdır.

Aklınız ve gönlünüzle yolunuz açık; alnınız ak olsun.

YORUM EKLE
YORUMLAR
Menekşe
Menekşe - 5 yıl Önce

Kaleminize sağlık kıymetli hocam.