KİBİR Mİ TEVAZU MU?

Kibirli insan her haliyle belli olur. Giyim-kuşamında, yüz ifadesinde, bakışında, başını dikerek kimseye bakmamasında, oturmasında, gerilip yaslanmasında, yürüyüşünde, kendisi otururken insanları ayakta bekletmesinde, ses tonunda…

Aslında kibirli insanın sergilediği davranışların hemen tamamı, belli bir seviyeden sonra psikiyatri bilimini yakından ilgilendiren anormal davranışlardan başka bir şey değildir. Ne yazık ki kâmil(eksiksiz, mükemmel) insanların haricinde az-çok, açık-gizli, herkeste kibir hastalığı mevcuttur. Kibir hastalığı kalpten tamamen kazınmadıkça ondan kurtulmak mümkün değildir. Ancak bu hususta mücadele etmek gerekir. Kibri azaltmak bile büyük bir başarıdır.

Bir insanın yukarıda sayılan anormal davranışlardan ve gizli kibirden kurtulup kurtulmadığı, tevazuyu kazanıp kazanmadığını İmam Gazalî rh.a . şu belirtilerle ölçüyor:
Bir mesele üzerine konuşulurken hakikatin kendi fikirlerine ters olmasından rahatsız olmak; doğruları memnuniyetle, hoşlukla kabul etmemek kibrin belirtilerindendir. Bu hastalığı yenmek için, aczini itiraf edip hakikati söyleyenleri takdirle yâd ederek teşekkür etmelidir.

Akranları ile bir ortamda bulunduğu zaman onları baş köşeye geçirmek ve kendi emsallerinin ardından yürümek ağır geliyorsa yine kibir var demektir.

Yoksul ve gariban insanların davetine katılmaktan ve arkadaşlarının işlerini takip etmekten zorlanmak da kibir belirtisidir.

Bütün bu durumlarda kişi kendini sürekli sınayarak kibrin tedavisine ve tevazunun kazanılmasına gayret etmelidir.

Tevazu ehli insanlar da her haliyle bellidirler. Onların tavır ve hareketleri kalbe huzur ve itimat telkin eder. Muhatap oldukları insanlarda saygı ve sevgi meydana gelir. Böyle insanlarla oturup kalkmak insana zevk verir.

Hz. Ömer r.a ., benlik namına kalbinde en ufak bir bulanıklık hissetse, minbere çıkıp herkesin huzurunda kendisini kınamış ve devlet başkanı olmasına rağmen omuzuna yüklediği su güğümüyle halka su taşımıştır. Heybet ve vakarıyla kalpleri muma çeviren bu büyük zat, güneş gibi parlayan nuranî siması, mütebbessim çehresi ve gayet nazik ve mütevazi edasıyla sohbet edip gönülleri kendine bağlarken, hane-i saadetinde tepsiyi eline alıp misafirlerine ikramlarda bulunuyordu.

Evet; büyük zatların hepsi kalplerinin başında ömürlerinin sonuna kadar nöbet tutmuşlar, oraya küçük-büyük hiç bir marazın girmesine ve yerleşmesine izin vermemişlerdir. Hak dostları tevazu sahibi olup, tevazu sahiplerini de her zaman sevmişlerdir.

Bu nedenledir ki başkalarına faydalı olabilmek için önce kendimizi ıslah etmemiz gerekir. Fakat kendisinin ağır derecede hasta olduğunu bilmeyen insan tedaviye ihtiyaç bile duymaz. Herkesin kusurunu görür, onlardan yakınır, gıybetlerini yapar, ancak kendisini düzeltmek aklına bile gelmez. Halbuki insanın kendi kusurlarını görmesi, onları araştırması ve bunun için başkalarının kendisini nasıl gördüklerine, gurur yapmadan kulak vermesi gerekir.

Bizi methedenlerden ziyade yanlış ve isabetsiz davranışlarımızı bildirenlerin faydası daha çoktur. Şeker yerine ilaç verenler bize iyilik etmiş olurlar. Yanlış ve zararlı yolda gidene ‘iyi gidiyorsun’ demek, onu gaflete düşürmek ve zulmetmek olur. Bu bakımdan ‘dikkat et, düşeceksin’ diyene kızmak yerine teşekkür etmek lazımdır.
Yalnızca bizi sevip takdir edenlere kulak vermek hataya düşmemize sebep olur. Çünkü dostumuz olanlar bizi güzel görür ve bizdeki kusurların hepsini fark edemeyebilirler. Dost olmadıklarımız ise nazarını kusurlarımıza diker. İthamlarında mübalağa olsa da, muhakkak bir hakikat payı vardır. Bu yüzden onların söylediklerinden de istifade etmeliyiz.

Hakikatte kibir insanı alçaltır, küçük düşürür, rezil eder. Tevazu ve alçak gönüllülük ise insanı yüceltir. Bu duruma göre neyi seçeceğiz?Kibri mi yoksa tevazuyu mu?
YORUM EKLE