LÜTFEN SAKİN OLUNUZ

Lütfen sakin olunuz; evveli-ahiri ölüm olan şu dünyada, bir oyun ve oynaş içerisindeyiz. İçinde olduğumuz, çapımıza ve kalıbımıza göre bir rolünü üstlendiğimiz o oyun da, icabında “sükûnet” üzerine kurgulanmıştır.

Diyelim sakin olmadınız; ne yaparsınız? Aklınıza gelmeden ben söyleyeyim. Yapabileceğiniz yer tanımlanmıştır; ancak küpünüze zarar verebilirsiniz. Pire için yaktığınız yorganların haddi-hesabı olmaz, kaş yapmaya çalışırsınız çalışmasına da, çıkan gözlerden birisi sizin gözünüz de olabilir. Dudaklarınızı kemirirsiniz, dişlerinizi sıkarsınız; sıkılan dişleriniz arasından çıkan çığlıkların yaraladığı kalplerde kin ve haset katran gibi kararır; o katran aynalarda yüzünüzü simsiyah görürsünüz. Stresten ve sıkıntıdan türlü illetlere düçar olursunuz, midenize kramplar girer, sıkılan yumruklarınızla, yumrukladığınız masalarla, duvarlarla, kapılarla kalırsınız. Dağın küskünlüğünüzden zerrece haberi olmaz; devamlı elinizden bir kaza çıkabilme potansiyeliyle birlikte yaşarsınız .(sahi, yaşar mısınız?) Geçtiğiniz yerler kırık kalpler atlasına döner… Hasılı bütün bunlar olur ve siz sakin olmadığınız sürece, hayat karşınızda müstehzi bir yüzle size gülümser, durur.

İyisi mi siz sükûnetinizi kaybetmeyin ve saydıklarımın hiçbirisi olmasın. Biz de etten kemikteniz kardeşim, biz de “sinir” taşıyoruz, demeyin; sükûnet dediğimiz her neyse, o etten kemikten olanlar ve dahi sinir taşıyanlar içindir.
Sahiden öyledir; yeryüzünde insandan başka hiçbir canlının sükûnete ihtiyacı bulunmamaktadır. Bir serçenin çileden çıktığı, bir çınar ağacının tüylerinin diken diken olduğu, bir gelinciğin saçını başını yolduğu, bir dağın başka bir dağın yakasına yapıştığı, bulutların diş gıcırdattığı, güneşin buz gibi soğuduğu, bir kar çiçeğinin Ağustos sıcağı isterim diye başını alıp gittiği, bir ırmağın ellerinin titrediği görülür-duyulur şeylerden değildir. Onlar nasıl yaratılmışlarsa öyle devam ederler. Hayatın ritmini bozan, hayatın ritmini bozarken kendi ritmini, kendi duruş ve yürüyüşünü değiştiren yalnızca insandır ve tekrar etmek gerekirse, şu sakalı ağarasıca dünyada yalnızca insanın sakin olmaya ihtiyacı vardır.

Acelecilik mayamızda var, aceleciyiz; ecele gitsek de aceleden vazgeçmeyiz. Hatta bazen ecele gideceğimizi bile bile acele ederiz. Allah biz insanları aceleci yaratmıştır. Bu aceleciliğimiz yüzünden başımıza gelmedik kalmaz; huzur ve sükûn bizden fersah fersah uzaklaşır. Acil çağrılar alırız, acilen toplantıya yetişmemiz gerekir; acele etmezsek uçağı kaçırabiliriz, “acele gel” derler, gideriz, alelacele eşyalarımızı toplar evi terk ederiz…

Söylediklerimin tez canlılıkla, eline çabuklukla alakası olmadığını siz de görüyorsunuz. Eli ağır/eline ağır olmayı elbette öğütlemiyoruz; gönlümüz ağır olsun, yeter. Aceleciliğin insanda fıtrî olduğunu kabul etmekle birlikte, esas olmadığını söylememiz gerekiyor. Allah insan neslini “sakin” ve “dengeli” yarattı; yaratılmışlar içerisinde üstün kıldı. Evet, sakin yaratıldınız; mayanıza biraz ateş, biraz toprak, biraz rüzgâr ve su katıldı, her şey dengelendi; eksiğiniz ve fazlanız yok, bir insansınız ve sakin olmalısınız, sizi sakin olmaktan alıkoyan ne varsa kendinize yabancılaşmaktan kaynaklandı/kaynaklanıyor.

Teşbihte hata olmasın; ölü gibi yaşayalım demiyorum, ölümü unutmadan yaşayalım. Silik yaşamayalım; sessiz-sedasız ama ne konuştuğumuzu, nasıl konuştuğumuzu bilerek yaşayalım. Renksiz yaşamayalım, hatta alabildiğine renkli ve farklı yaşayalım; ama ne olur sakin yaşayalım. İnsanoğlunun gerçekleştirdiği her büyük şeyin altında sükûnet denilen o kıymetli hazinenin bulunduğunu bir an olsun aklımızdan çıkarmayalım. Cümle peygamberlerin insanoğlunu sakin olmaya, huzura ve sükûna çağırdığı gerçeğini aklımızın bir kenarına yazalım ve kanımız kızışmaya başladığında, aklımızın o kenarına bakmayı lütfen ihmal etmeyelim. Adam olmanın, ağır olmanın, hatta âşık olmanın, kendimizi, eşyayı ve evreni tanımanın yolunun sükûnetten geçtiğini unutmayalım.

 “Kalbin sesi”nin görece bir “tını”sı, bir tonu olmasa da, bütün seslerden baskın ve belirleyici olduğunu bilelim ve o eşsiz sesi dinleyerek “mutmain” olalım. Sükûnetimizi bozan tatminsizlikten, “kanımıza çakıllar karıştıran isyan”dan en kısa sürede mümkünse üç talâkla boşanalım. Hayatın sakinlikten başka bir şey olmadığını, bizlerin önce yeryüzünde, sonra yaşadığımız yerde “sakinler” olduğumuzu idrak ederek sakinleşmeye başlayalım.

Bunları söylüyorum da, sözlerimin vurdumduymazlık, tembellik, mıymıntılık, af buyurun, adam sendecilik gibi algılanmasından da korkmuyor değilim. Öyle ya, söylediklerimin karşılığı “gürültü” ve “hız” çağında anlamını bir bir kaybediyor. Yetişmek ve yetiştirmek zorunda olduklarımız yakamızı kolay bırakmıyor. Günlük hayatın hay-huyu içerisinde iç zenginliğimizin güme gittiği bir zaman diliminde insanları ve tabii ki kendimizi sükûnete çağırmanın ne denli yedi bela olduğunu ben de biliyorum. Ne var ki bela yedi değil, yedinin katları olsa bile, insan dediğimiz o yaratılmışlar harikasının her türlü “acele oyun”dan kestirme yoldan çıkabileceğinin/kaçabileceğinin de farkındayım.
Nasıl farkında olmayalım; biz dünya sakinleri, sükûnet denilen o kayıp hazinenin yer altına çekildiği, gürültünün ve gümbürtünün kol gezdiği bir dönemin tanıklarıyız; gözlerimize inansak da inanmasak da durum bundan ibaret… Gürültü söz konusu olunca, gözden değil, kulaktan bahsetmek gerekirdi ama ne yapalım, gözümüzü-kulağımızı şaşırmış bir haldeyiz. Neyi duyuyorsak ve neyi görüyorsak bir telaş, bir telaş… Bağırarak anlaştığımızı sanıyoruz; sözcükler tank gibi yürüyor insanlar arasında!

Yerine göre sessizlik, sakinlik tavsiye edilmeyecek bir hal de alabilir, lakin içinde yaşadığımız, şu anda insanoğlu yarasına ancak “sakin” olmak suretiyle çare bulabilir.

Bu kadar sözden, bu kadar kötü misalden sonra, yüreğimize su serpen iki kelâm etmezsek vebal altında kalırız. Dünya ne kadar bir “koşturmaca” dünyası olursa olsun, günlük hayat ne kadar insan yanlarımızı unutturursa unuttursun, şükür ki hâlâ aramızda o sükûnet abidesi insanlar var ve bizlere hayatın böyle de yaşanacağını yaşayarak gösteriyorlar. Yüzlerinden gülümseme eksik olmuyor. Evreni ve eşyayı gülümseyerek selamlıyorlar. Nereye gitseler bir “esenlik bildirisi” dağıtıyorlar hâl diliyle. Kalabalıklar içinde olduklarına bakmayın onların. Kendilerini, yalnız kendi hayatlarını yaşıyorlar. Oyunun farkındalar. Farkında oldukları oyundan kirlenmeden çıkıyorlar. Dünya elbette onların da umurunda; olması gereken kadar…
YORUM EKLE