ÖTEKİLEŞTİRENLER VE ÖTEKİLEŞENLER

İnsanlar her zaman gelenekleri, düzenleri, kurumları sorgulamışlar, hiçbir dayatmayı vicdan süzgecinden geçirmeden kabul etmemişlerdir ve işte bu yüzden hayatlarının her döneminde kendilerini “öteki” görmeye ant içmişler, ne yazık ki bunun sonucunda, ötekileştirme kurbanı olmuşlardır. Bazı fikir adamları insanları ötekileştirirken, ifade özgürlüğü alanına  hayatını adamış düşünce insanı Voltaire “Fikirlerinize katılmıyorum, ancak onları dile getirebilmeniz için kellemi veririm” dediğinde her türden söylem farklılığını savunmak istemiş ve “düşünsel ötekileştirmenin” önüne geçmek istemiştir. İşte bu gün, biz de herkesin fikrine katılmayabiliriz, bundan doğal bir şey de olamaz, fakat farklı düşüncelerin de hayat bulmasını kabullenmemiz gerekir. Peki, “ötekileştirme” veya “kendini öteki görme” gereksinimi neden devam ediyor? Bunun sebebini nerede aramalıyız? Barınmak,  karın doyurmak vs. insanı hayvanlardan ayırmayan özelliklerdendir. Ancak bir özellik vardır ki, sadece insanlarda bulunur: Hak ve hakikat duygusu. İnsanoğlu, doğruyu söylemekten, doğruyu içinde yaşatmaktan kendisini kurtaramaz, öldürülerek, bastırılarak, yok edilerek susturulamaz. İnsanoğlunun fikirleri onda bir kere yer edinirse, insanoğlu bir kere kendi fikrinin doğruluğundan emin olursa, işte o zaman hiçbir engel tanımaz. Yunus Emre’nin : “Ölürse ten ölür, canlar ölesi değil.” sözünü konumuza uyarlayınca şunu diyebiliriz: İnsan ölür, ancak fikirleri hep kalır. İnsan sosyal bir varlıktır, içinde olduğu topluma, kabileye, klana sıkı sıkıya bağlıdır. Düşünceleri, yaşayış tarzı, dinî inanışları içinde bulunduğu toplumla şekillenir. Dolayısıyla kendisini ötekileştirme konusunda ne kadar hassas bulursa bulsun, kendisinin, ailesinin, cemaatinin fikirlerine karşı çıkılmasından hoşlanmaz, doğru ve haklı bulduğu bu fikirlerin eleştirilmesine katlanmak istemez. İşte tam burada farkını ortaya koyma, “ötekileştirme” veya “kendi kendini ötekileştirme” mekanizması devreye girer. Bir başka deyişle “Sadece Yaratan beni yargılayabilir.” demeye başlar. Sahip olduğu düşüncelerin öneminin, kendi kimliğini beyan edişiyle artacağına, destekleneceğine inanmak ister. Böylece ortaya “Sizler” ve “Bizler” çıkar.


Son dönemlerde özellikle siyasî arenada ötekileştirmeyi, kamplaştırmayı, kutuplaştırmayı arttıracak söylemlerin çokça kullanılır olduğu dikkat çekiyor. Bunlar aslında Türkiye için yeni kavramlar olmamakla birlikte zaman zaman düşük tonda zaman zaman da yüksek tonda söylenmektedir. Çatışma kültüründen, uzlaşma kültürüne henüz geçemedik. Hatta bırakın geçmeyi, pek çok noktalarda geri adımlar dahi atmaya başladık. Aslında kutuplaştırma, ötekileştirme sanıldığı gibi sadece sosyolojik ve siyasî bir olay değildir. Özü itibariyle önce psikolojiktir. Çünkü türü ne olursa olsun insan ilişkileri önce toplumun güven duygusuna dayanır. Dolayısıyla kamplaştırmanın, ötekileştirmenin,  kutuplaştırmanın, ilk ayağı diğer insanlara karşı güvenmemek ve kuşkudur. Demokrasiden atılan geri adımlar, korku kültürünün ve nefret söylemlerinin artması, insanları güvensizleştirmiş ve hakikati söyleyemez hale getirmiştir. Bu da yandaşları, fanatikleri ve ötekileri netice vermiştir. Böyle bir sistem de münafık ve riyakâr tipleri üretmeye başlamıştır. Jane Eliot, üçüncü sınıfları okutan bir öğretmendir. Sınıfındaki öğrencilere önyargıların, ayırımcılığın nasıl bir şey olduğunu bizzat yaşatarak öğretmek için sınıfta üç günlük şöyle bir uygulama yapar. Bu amaca yönelik, sınıfı göz rengi esasına göre ikiye böler. Öğretmen derse girer girmez, mavi gözlü çocukların kahverengi gözlü çocuklardan üstün olduğunu söyler. Bunların kahverengi gözlülerden daha zeki, şirin ve güvenilir olduklarını da sözlerine ilâve eder. Öğretmen, kahverengi gözlü çocukların alt grup üyesi olduklarını gösteren özel atkı takmalarını ve böylelikle hemen tanımlanmalarının mümkün olduğunu vurgular. Mavi gözlü çocuklara her türlü ayrıcalıklar verilir. Onlar teneffüste daha çok oynamakta, yemekhaneden daha çok yemek almaktadırlar. Öğretmen sınıfını gözlemlemeye başlar. Birbirleriyle muhabbet içinde olan sınıf, kısa sürede önyargıların hâkim olduğu, bölünmüş, birbirine iyi gözle bakmayan, rakip gruplar olmuşlardır. Nitekim üstün olan mavi gözlüler, kahverengi gözlülerle dalga geçmekte, onlarla oynamayı reddetmekte ve hatta onlar için yeni yasakların getirilmesini istemektedirler. Ekilen ayrılık ve nifak tohumları hemen meyve vermiş ve artık teneffüslerde kavgalar olmaya başlamıştır. Bunlarla beraber kahverengi gözlü çocuklar sıkılgan, çökkün ve keyifsiz hâle gelmiş, bu durum okul başarılarını dahi etkilemiştir. Ertesi gün öğretmen, göz rengiyle ilgili düşüncelerini değiştirmeye karar verir. Öğrencilere korkunç bir hata yaptığını, aslında üstün olanların kahverengi gözlüler olduğunu söyler. Alt gurubu temsil eden atkıları bu sefer mavi gözlülerin takmasını söyler. İşler tersine dönmüştür. Bu defa kahverengi gözlü çocuklar intikam almaya çalışmakta ve mavi gözlüleri her fırsatta rahatsız etmektedirler. Üçüncü gün ise, öğretmen bütün bunların bir oyun olduğunu, onlara önyargıların, ayırımcılığın toplumu ne hâle getirdiğini yaşatarak öğretmek istediğini söyler. Bu hikâye günümüzdeki ayrımcılık, önyargı ve ırkçılık politikalarıyla ne kadar da örtüşmektedir. İnsanlık tarihine ve özellikle yakın tarihe bakıldığında toplumları bölmenin, anarşi çıkarmanın yönteminin önce önyargılar oluşturmak olduğunu görmekteyiz. İnsanları gruplara bölüp sonra o gruplardan biz ve ötekileri oluşturup, sonra da kendi grubuna ayrıcalıklar tanımak, karşı tarafı ezmek, kendi hayatiyetini muhafaza için yutmakla beslenmek gibi zalimane düsturlar insanlık tarihinde çok zulümlere, savaşlara ve teröre sebep olmuştur.


Hâsılı, önyargılar, ayırımcılıklar, mezhep ve ırk taassuplarını önlemenin yegâne reçetesi, dinin birleştirici, muhabbet ve kardeşlik tesis edici düsturlarını hakim kılmakla olacaktır. Özellikle devletin politikalarıyla bu taassuplardan uzak durması, vatandaşlarına ne olursa olsun eşit şartlarda yaklaşım sergilemesi önyargıları ve taassupları azaltacaktır.

YORUM EKLE