TARİH ÖLÜRSE!

Dünya üzerinde insanlar doğarlar ve ölürler. Ama tarih bir kere öldü mü yeni doğacak insanlar zaten ölü doğmuş sayılırlar. Yeni nesillerin ölü doğmaması için, insanları bir arada tutan milli değerlerin neş u nema bulması için bu günden tezi yok tarihimize, kültürümüze sahip çıkmamız çok elzemdir. Milletinin geleceği için bu güne kadar birçok insan, canını vererek mukaddes olan şehitlik mertebesine ulaşmışlardır. Şehitler değerleri uğruna canlarını vermişler. O değerler yeni nesillerde yeniden filizlensin diye. Onlar canlarını vererek ölmüşler ama devletleri ölmemiş yaşamaya devam etmiştir. Belki duraklamış, dağılmış ama küllerinden Zümrüdüanka Kuşu gibi yeniden devletleri canlanmış hayat bulmuştur. İnançlarını, kültürlerini, benliklerini kaybeden topluluklar ise esas ölümle karşı karşıya kalmışlardır. Kendi inanç ve değerlerini koruyamayan milletlerin tarih sayfalarından silinip yok olmaları kendi benliklerini, kendi değerlerini kaybetmelerinden kaynaklanmaktadır. Değerlerin, kültürün, tarihin kaybolması ile milletler yok olur. Milletleri ayakta tutan kültürel birlikteliklerdir. Bu birlikteliklerin güçlü olması ile ancak tarih sahnesinde kalabilirsiniz.

Milletlerin birbirinden habersiz, kendi kabukları içine çekilmiş olarak yaşamadıkları da  bir gerçektir. Toplumdaki çeşitli ihtiyaçlar ve dünya şartlarının ortaya koyduğu bazı zaruretler; milletleri siyasî, diplomatik, ticarî ve kültürel alanlarda birbirleri ile karşılıklı ilişkiler kurmaya yöneltmiştir. Hatta birbirleri ile yakın temas halinde olan milletler, kendi kültürlerinin bazı değerlerini birleştirip kaynaştırmak ve bunları ortak katkılar ile geliştirmek suretiyle ortak medeniyetler de meydana getirebilmişlerdir. İslam medeniyeti, batı medeniyeti gibi. Ancak, böyle bir medeniyet ortaklığına ve bu ortak medeniyetin nimetlerinden yararlanmış olmalarına rağmen, bu milletler yine de kendi kültürlerini korumakta titizlik göstermek zorundadırlar. Aksi halde, sağlam bir senteze ulaşmadan ortak medeniyetin öğeleri içinde eriyip kaybolma tehlikesi gösterirler ve bir yıkım ile karşı karşıya kalırlar.

Bazı zorlayıcı tarihî ve sosyal şartlar altında, milletler, bir medeniyet alanından başka bir medeniyet alanına da geçebilirler. Tarihte bunun örnekleri vardır. Bizim İslamlık öncesi medeniyetten İslam medeniyetine geçişimiz. 1839'dan sonra Batı medeniyetine yönelişimiz gibi. Ancak, bir medeniyet alanından başka bir medeniyet alanına sıçrama yapan milletler için o medeniyetin imkan ve öğelerinden yararlanmak ne kadar olağan ise, o medeniyet içinde kendi özünü kaybetme durumuna düşmek de o kadar tehlikelidir. Çünkü  bir topluma kişilik kazandıran değer ölçülerini başka değer ölçülerinden oluşmuş bir sistem içinde eritmiş olmak, kültürdeki dinamizmi kurutup, taklitçiliğe yönelmek demektir. Bu da sosyal yapıda bir kişilik bunalımına düşmenin ve millî kültürden kopmanın ifadesidir. Bu türlü, kopmalarla, kendi özelliklerini kaybetmeye başlayan milletler, yavaş yavaş yaşama, gelişme ve geleceğe uzanma güçlerini de kaybetmeye başlarlar. Çünkü millî kültür dediğimiz ortak değerlerin özünde yukarda açıklandığı üzere, topluma dinamizm veren, ona gelişme gücü katan bir ortak ruh vardır. Bu ortak ruh, kültürü oluşturan bütün değer ve davranışlarda kendini belli eder. Milletler kendi varlıklarını bu ortak ruh sayesinde devam ettirerek gelişmeye yönelebilirler. Millî kültürdeki özün filizlenmesi ile kendini gösteren bu ortak ruh, bir tohumu yeşertip ağaç haline getiren öz gibidir. Bundan dolayı da devlet ve millet varlığının temeli durumundadır, işte bu sebeplerdir ki, köklü sosyal değişmeler gerçekleştirirken, bunları millî kültür temeline yerleştirmek için çalışılmıştır. Çünkü milletler arası veya milletler üstü bir takım değerler toplamı demek olan medeniyete ait öğelerin millî kişiliğin devamı haline gelebilmesi, ancak millî değerler sentezi demek olan kültür içinde eritilebilmesine ve Millî Ruha mal edilebilmesine bağlıdır.
Hükümranlıklar  geçicidir  ancak  kültürel değerler ve tarih kalıcıdır.
 

YORUM EKLE