YIKILA YIKILA

‘Hafif acılar konuşabilir ama derin acılar dilsizdir’ der Senaca. Ülkemizde arabesk 60'lı yıllarda bir müzik türü olarak karşımıza çıkarak, kısa zamanda gelişip sinema, tiyatro gibi diğer sanat dallarında da yansımasını bularak bir kitle kültürü yaratacak boyutlara ulaşmıştır. Yasakların yarattığı bu ekol o yıllarda insanların içindeki eksik yanı doldurması açısından oldukça önemliydi. Sanayileşmenin arttığı bu yıllarda kırsaldaki nüfus, şehirlere  taşınmaya başlamış ama sürüklenen bu kitlelerin hep bir yanı eksik kalmıştı. Kıyafetleri beğenilmeyen, konuşmayı beceremeyen, dışlanan ve varoşlarda yaşamak zorunda kalandı. İşte bu insanlar ile içerisinde acı, hüzün, keder, gurbet gibi öğeleri barındıran arabesk, müthiş bir ikili oluşturmuştu.

1980’lerden sonra daha da  artan köyden kente göç ve askeri darbenin getirmiş olduğu baskı ve ezilmişlik hissi, Arabesk kültürünün, bütün ülkede önlenemez yükselişini sürdürmesine  sebep olmuştu. Bu müzik türü, üzüntülü hatta halk arasında tabir edilen şekliyle, ‘damardan’ şarkılar üretiyor ve bu yüzden de daha çok maddi sıkıntı çeken insanlar tarafından sahipleniliyordu.

Tamda  bu yıllarda devletinde  dışlaması ve yasakları yüzünden adeta bir direnişin simgesi haline gelen arabesk müzik, ilk ünlülerini çıkarmaya başlamıştı. Orhan Gencebay, hatasız kul olmaz diyerek, alt sınıf kitleleri hatalarıyla sevmeye çağırıyordu. Ferdi Tayfur, itirazım var diyordu düzene. Hakkı Bulut, ikimiz bir fidanız diyerek, Deniz’lere ad olacak bir aşkı anlatıyordu. Müslüm Gürses ise, yıkıla yıkıla diyerek kendine benzeyen varoş çocuklarını yaşama asılmaya çağırıyordu. Yani arabesk müzik ezilmişlerin sesi oluyordu.

O yıllarda bu  müziği icra eden bir çok isim daha ortaya çıksa da başlıca ve en ekol olanlarını, dinleyenleri adeta baş tacı etmişti. Onlar toplumun büyük bir kısmının  babaları bile olmuştu. Müslüm Baba, Orhan Baba, Ferdi Baba … Artık bu müzik türünün ağır, vakur, racon bilir, saygıdeğer, abileri onlardı. Toplum bu ekolleri babalık mertebesine yükseltmişti. Aileyi koruyan, kollayan, hafiften çekinilen lakin asla saygıda kusur edilmeyen kişiler olmuşlardı.

Ancak tüm bu Baba ekollerinin içindeki en sıra dışı isim ise  hiç şüphesiz Müslüm Gürses’ti. O, sadece şarkılarıyla değil, tavrıyla ve “çilekeş yaşamı” ile benzersiz olan tek ikondu. Gerek yaşam öyküsü ile gerek başı dumanlı, eli jiletli hayran kitlesi ile doktora tezlerine konu olmuş, toplum mühendislerince bile konserleri  incelenmiş bir yıldızdı. “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.’’ İşte bu söz 2000’li yıllarda gerçekleştirdiği albüm ve konser projeleri ile tamda Müslüm Gürses’i anlatır.  Teoman ve Nilüfer şarkıları ile yapılan projeler entelektüel sanat çevreleri, sosyete ve pop müzik ikonlarınca da hayranlık, saygı ve kabul görüyordu.

Üreten ve sanata gönlünü vermiş insanların azcık da olsa halkı için, emanet olan vücutlarına biraz daha özen göstermeleri gerekirdi. Arabesk müziğimizin klas temsilcilerinden Müslüm Gürses’in zamana karşı yaşam mücadelesini kaybedişinin dördüncü yılındayız. Arabesk kavramının bu kadar horlandığı ve dışlandığı bir ortamda O’nun yaşamı ve sanata katkıları üzerinden bir şeyler yazmaya  çalıştık. Mekanı cennet olsun. Çok sevdiğim  ‘Yıkıla yıkıla’ şarkısının bir dörtlüğüyle bitiriyorum.

Yıkıla yıkıla yaşayan benim, Geceler boyunca kahrolan benim,

Ah edip inleyen yıpranan benim, Kötüysem düşkünsem kime ne bundan… Selam ve Sevgiler.

YORUM EKLE