KUZEY KIBRIS DENKLEMİ
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde (KKTC) 2025 Cumhurbaşkanlığı seçimleri, sadece Lefkoşa’nın değil, Ankara’nın da gündemini belirleyen bir kırılma oldu. Türkiye’nin açık desteğini alan Ersin Tatar, rakibi Tufan Erhürman karşısında ne yazık ki yenildi ve Ada’daki politik dengeler değişti. Bu süreç, Erhürman’ın “Türkiye ile aynı yöndeyiz” açıklaması ve sayın Devlet Bahçeli’nin “KKTC Türkiye’ye katılmalı” çıkışıyla birlikte değerlendirildiğinde, Türkiye’nin Kıbrıs politikasının, hem fırsat hem risklerle dolu, yeni bir dönemden geçtiğini göstermektedir.
Tatar’ın seçimde kaybetmesi, Türkiye’nin KKTC üzerindeki doğrudan siyasi etkisinin sınırlı olduğunu ortaya koydu. Federasyon yanlısı ve AB ile uyumlu söylemlerle öne çıkan Erhürman, halkın farklı bir yönelim tercih ettiğini gösterdi. Bu durum, Ankara açısından yeni bir diplomatik yol haritasını ortaya koyuyor. Adadaki halkla ilişkilerde yumuşak diplomasi uygulanırken, adadaki Türklere daha önce yapılan zulümleri hatırlatan milliyetçi ve federasyon karşıtı güçlerin yeniden organize edilmesi gibi önlemler artık öncelikli hal almıştır.
Erhürman’ın seçim sonrası yaptığı “Türkiye ile aynı yöndeyiz” açıklaması, Lefkoşa-Ankara hattında olası gerilimi düşüren bir stratejik mesaj. Güvenilirliği ise oldukça şüpheli. Bu sözle Ankara’ya, “Türkiye karşıtı değilim, işbirliği sürecek” güvence mesajı verdi. KKTC’de ise orta yol çizgisiyle halkta “hem Kıbrıslı kimliğimizi koruyor hem Türkiye ile uyum içindeyiz” algısını güçlendirdi. Uluslararası arenada ise AB ve BM ile diyalog sürerken, Türkiye’ye karşı izolasyon riskini azaltıyor.
Sayın Devlet Bahçeli’nin “KKTC Türkiye’ye katılmalı” açıklaması, Türk Milletini mutlu eden ideolojik bir mesaj. Hepimizin gönlünden geçen bu ifade, Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’ı ve oradaki soydaşlarını, ne olursa olsun yalnız bırakmayacağını da ortaya koymaktadır. Ancak bunun uluslararası hukuk açısından uygulanabilirliğine baktığımızda, birçok engel olduğunu ve sınırlı kaldığını görebilmekteyiz.
KKTC uluslararası toplum tarafından bağımsız bir devlet olarak tanınmadığı için, birleşme kararı hukuken BM nezdinde geçerli olmaz. BM, Türkiye’yi “ilhakçı güç” olarak tanıyabilir ve yaptırım uygulayabilir.
1960 Garanti Antlaşması gereği, Türkiye’nin KKTC’yi kendi topraklarına katmasıda, yine hukuken mümkün değildir.
AB, ABD ve NATO, Stratejik dengeyi sorgulayacağı için Türkiye’nin diplomatik meşruiyeti zayıflar.
KKTC’nin kendi iç hukukunda böyle bir birleşme için Meclis onayı ve referandum gerekirtirmektedir. Son seçimlerden sonra bu durum biraz riskli görülmektedir.
Bu nedenle sayın Bahçeli’nin beyanı, uluslararası çerçevede, fiili bir plandan ziyade, sembolik bir milliyetçi duruş olarak değerlendirilmektedir.
Türkiye’nin Kıbrıs’ta fiili adımlarının maliyetini doğru okumak kritik bir öneme sahiptir. Tarihsel olarak Kıbrıstaki soydaşlarını korumak için barış harekatını yapmak zorunda kalan Türkiye, 1974 sonrası uluslararası toplumun gözünde “işgalci güç” olarak görülüyor. Bu algı ne yazıkki bugüne kadar kırılamadığı için, KKTC tanınmamaktadır.
Algı ile fiili adım tamamen farklıdır. Fiili ilhak veya birleşme girişimleri somut yaptırımlar, ekonomik kayıplar ve diplomatik izolasyon yaratır.
Ukrayna’daki Kırım örneğinde görüldüğü gibi, fiili ilhaklar uluslararası toplum tarafından hemen tepki alır. Sayın Erdoğan’ın dünya çapında kabul ve destek gören, “küresel siyaset dengesi”ni dikkate aldığımızda, fiili ilhak şeklinde bir adımı atmayacağını görebilmekteyiz.
Türkiye’nin stratejik önceliği, hukuki sınırlar, diplomasi ve halk desteğini gözeterek hareket etmek olacaktır. Ada’da gerçek güç, yalnızca siyaset değil, hukuk, diplomasi ve güven üzerinden şekillenecektir.
Kıbrıs Türkü yaşayabilmek için Türkiye’yi,
Türkiye ise hem kardeşleri hem de Akdeniz kıta sahanlığı ve Mavi Vatan için KKTC’yi bırakmayacak, Federasyonu ise asla kabul etmeyecektir.
Ülkemizdeki ve adadaki bazı gafil veya hainler istemese bile…