BATININ YAKLAŞTIĞI BİZİM UZAKLAŞTIĞIMIZ NOKTA

Bizim aydınımıza göre çağdaş insan, bütün faziletleri kişiliğinde toplayan insandır. Bu inançtan ötürü de talim ve terbiyemizin biricik maksadı, kendilerine teslim ettiğimiz yavrularımızı “çağdaş” bir fert olarak ailelere ve topluma teslim etmek olmuştur.

Batı dillerinde, “çağdaş” kelimesinin karşılığını bulamazsınız diyor Cemil Meriç. Tabii ki bizim dilimizde kazandığı anlamıyla bulamazsınız demek istiyor.

Çünkü bizde çağdaş insan en üstün insandır ve bütün çağların efendisidir. İşte böyle bir anlamda çağdaş kelimesini değil batı dillerinde, dünyanın hiçbir dininde bulmanız mümkün değildir.

Fakat bizdeki çağdaş insana baktığımızda bir terslik görmekteyiz. O pek de üstün insan ve bütün çağların efendisi gibi gözükmüyor. Bizim çağdaş insanımız, Batı’nın değerlerini körü körüne kutsayan adamdır. Taklitçidir, hayrandır, teslimiyetçidir. Kendi değerlerinden kaçan, kendinden utanç duyan insandır. Batı’nın her hastalığını ithale memur bir işçidir. O düşünmez. İyi bir taklitçi, iyi bir takipçidir. Tanıtım bürosudur. Taklit ettiği dünyada çıkan her ıvır-zıvır “yeni”nin ücretsiz reklamını yapar. Bizim olan en faydalı “eski”nin ise karalamasını.

 Ortaçağ’da, hıristiyan aleminin gerçekleştirmiş olduğu Rönesans ve reform hareketlerinin temelinde sağduyu vardır. Bizim çağdaş insanımız, yenilikler yaparken bırakın sağduyuyu, adeta duyusuzdur. Batı’da kiliseye karşı isyan hareketleri, Hz. İsa A.S.’a inen sahih dine karşı değildi. Reform ihtiyacı, papazların Kutsal Kitab’a  kattığı hezeyanların tabii bir neticesiydi. Din bozulunca ahlâk ve sosyal hayat bozulmuştu. Adalet, hukuk ve siyaset yara almıştı. O zamanki Batı’da isyan bu bozulmaya karşıydı. Bizim çağdaş insanımız ise, kendisini bir zamanlar cihan hakimi yapmış değerlere savaş ilan etmiş durumdadır.

İşte o günden bu güne Batı, kilisenin bulandırmasıyla kaybettiği dinî, ahlakî ve topluma huzur veren değerleri, canhıraş bir arayış içerisine girdi. Aklıyla, felsefesiyle, üniversitesiyle, akademisiyle; edebiyatçısı, sosyologu ve psikologuyla, kaybolan toplumsal huzuru aramaya koyuldu. Kısaca Batı, Rönesans’tan sonra hep kendi insanı için bir sosyal huzur arayıp durdu. Din elden gidince veya zaten kalmamış olan safiyeti iyice bozulunca, Batı, beşerî öğretilerin revaç bulduğu bir dönem yaşadı ve halen de yaşamakta. İnsanlık, dinin hayattan çekilmesiyle oluşan boşluğu beşerî ideolojilerle doldurmaya çalıştı. Bu çabalar insanlığa saadet getiremedi. Dünya doğusuyla batısıyla derin sosyal huzursuzluklar ve çalkantılar yaşayıp durdu ve durmakta.

Bu problemlerden kurtulmak için Batı arayışı ve düşüncesi, başını adeta taştan taşa vurdu. Bu canhıraş gayretlerle demokrasiyi buldu ve kurdu. Onu çağın erdemleri arasına koydu. Sonra onu da eleştirdi ve noksanlarını gördü. İlkel ve ileri demokrasi gibi söylemler ortaya attı. Bu gün ise Batı, bundan yüzyıllar önce yazılmış  bizim herhangi bir siyasetname kitabımızdaki  prensiplere yaklaşmış gözüküyor. “Kanunlar hukuka aykırı olursa meşru değildir!” diye avaz avaz bağırıyor. Devlet, “hukuku gözeten bir güç olursa kutsaldır.” gibi yüzyıllardır aşina olduğumuz değerleri yeni yeni keşfetmeye başlıyor.

Evet… Kur’an ve Sünnet’in bütününe baktığınız zaman, orada hakkın en kutsal kıymet olduğunu görürsünüz. Hakkı çiğneyen bir devletin mahkum edildiğini, zalim ilan edildiğini anlarsınız. Hz. Ebu Bekir R.A. Efendimiz’in Bir devlet başkanı olarak devlet namına söylediği “benim katımda en güçlü insan, hakkını alıncaya kadar haklı insandır. En zayıf insan da, güçsüz bir haklıdan gasbettiği hakkı kendisinden alıncaya kadar haksız insandır.” sözü, hukuk devletinin en temel tanımını ortaya koyar. Yani O’na göre devlet, hak zaafa uğradığı zaman hakkın yanında yer alarak ona güç veren kutsal bir kurumun adıdır. Devletin hakkı çiğnendiğinde ise, devletin en kıymetli unsuru olan halk devletinin yanındadır. İşte bu devlet, toplumun hakkı çiğnendiği zaman toplumun, ferdin hakkı çiğnendiği zaman da ferdin yanında yer alır. Kısaca, hukuk devletinin teminatı altındayken haksızlığa uğrayan bir fert, devletin yardımıyla devlet kadar güçlü olur.

İşte Batı, kanlı ve çalkantılarla dolu yüzyıllardan sonra bu anlamdaki bir hukuk devleti fikrine ancak ulaşmakta, bindörtyüz küsur yıl önce insanlığa saadet getiren İslâm’ın hak ve hukuk anlayışına ancak yaklaşabilmektedir. O da ancak kendi insanı ve devletiyle sınırlı kalmak üzere… Kendinden saymadığına reva gördüğü vahşette değişen bir şey yok.

Bütün insanlar için ve hatta bütün varlıklar için hukukun üstünlüğü ilkesi, bütün hak dinlerin emrettiği bir ilkedir. Devletin, toplumun ve ferdin hakları bütün hak dinlerde bellidir. Devleti oluşturan bu unsurların her biri kendi hukukî sınırları içerisinde özgürdür.

İlahî mesajı reddederek yalnız akıl yordamıyla doğruyu arama yolunu tercih eden Batı’ya hukuk devleti buluşu çok pahalıya mal oldu. O bu devlet fikrine yaklaşabilmek için yüzyıllar harcadı. Batıyı bu fikre çok kanlı iç savaşların, dinmek bilmeyen sosyal çalkantılarının acı tecrübeleri getirdi.

Buna rağmen Batı, hakikati bütünüyle halâ bulmuş değil. Deneme-yanılma yoluyla saadeti ararken hep zaman kaybetmekte.

Zaman kaybederek de olsa araştıran ve düşünen Batı, hukuk devleti kavramından sonra “hak” kavramı üzerinde de bir tartışma başlatacaktır elbet. “İnsan haklarının gerçek ve kusursuz belirleyicisi kim olmalıdır?” sorusunu da gündeme getirecektir. Bu sorunun tam ve doğru bir cevabı bulunursa, Batı belki sanayi ve teknoloji devriminden sonra en büyük sosyal dönüşümü de gerçekleştirmiş olacak.

Batı ve Batılı hayat tarzını benimseyen bütün dünya, insanlığın ahlâkî çöküntüsünü gördükçe bir yerde hata yaptıklarını elbette anlayacak. Siyasetin biricik maksadının insanlığın dünyasını mamur etmeye çalışmaktan ibaret olmadığını; insanlığı yüceltmek ve ebediyete kanatlandırmak, ona en güzel ve en kusursuz yolu göstermekle de sorumlu olduğunu anlayacaktır. Eğer Batı, arayışına devam eder ve bugünkü iki yüzlülüğünden vaz geçerse, geç de olsa varacağı son durağın İslâm olacağını ümit edenler tamamen haksız olabilirler mi? Çünkü taassuptan uzak arayışların sonu daima selamet olmuştur. Ama Hıristiyan alemi, aklıyla gelebildiği noktanın, son Peygamber tarafından tebliğ edilen din olduğunu anlayınca, nasıl bir tavır takınır, onu kestirmek imkansız elbette.

Bizim çağdaş insanımıza gelince: O, taassuptan uzak düşünebilme erdemini kaybettiği için yine aynı uysallık ve taklit güdüsüyle batılı değerlere çağın erdemleri diye ram olacaktır. Bilmem ki acaba o zaman bilip anlayacak mı? “Batı’nın yüzyıllar sonra ulaşabildiği bu kıymetler, benim boynuna irtica yaftası takarak horladığım dini faziletlerim, ahlâkî değerlerimmiş!” diyebilecek mi?

Bizim modern ve çağdaş dinî yazarlarımız ve konuşanlarımız, İslâm’ı nefsaniyet eksenli modern cemiyet nizamına, fıtratını tahrip etmiş insanın hayat tarzına adapte etmeye çalışadursun, dünya taasuplarını terk ettikçe farkında olmadan İslâmî faziletlere doğru yürüyor.

Dünyada gözlenen ahlâkî çöküntünün, ırkçılığın, sosyal ve evrensel adaletsizliğin, ruhi bunalımların haykırışından ideolojilerin başarısızlığını duymayan kaldı mı ki, biz halâ nizam diye sunulmaya çalışılan karmaşaları dinle aklamaya çalışıyoruz. Böyle yapmak yerine, İslâm’ı çağların asla değiştiremeyeceği, aksine çağların onunla değişeceği ve şerefleneceği bir din olarak tebliğ etmeli değil miyiz? Ve tüm insanlığın kurtuluşu adına bu vazife bizlere verilmedi mi?
YORUM EKLE