Bizim Bürokrasi

Bu başlık altında ne söylenmek istendiği aslında açıktır. Yine bu kavramın, her okuyucunun aklında, fazla düşünmeden onaylayacağı marazi bir durumu çağrıştırdığı da ortadadır. Bu bağlamda Türk insanının çektiği çilenin, çok önemli bir kısmının bu sevimsiz, üstelik de beceriksiz bürokrasiden kaynaklandığı, düğümlendiği, çözüm yollarının burada tıkandığı ve bağlandığı konusunda hemen herkes hemfikirdir. Bizim bürokrasi neden böyle olumsuz tavır içindedir; konunun bu yönü daha sonra ele alınmak üzere şimdilik üzerinde durulmayacaktır!  

Yaşam koşulları ile ilgili; iş alanında, eğitim, güvenlik ya da sağlık alanında olsun, kısaca her alanda insanımız bürokrasiden zarar görmüştür ve halen görmektedir. Ayrıca bu sorun can yakan örnekleriyle çok çeşitli yazılara hatta kitaplara, sinema filmlerine ve sahne oyunlarına konu olmuştur. 

Burada rahmetli iş adamlarından Üzeyir Garih’i anmak isterim doğrusu. Kendisi 2001 yılında vahşi bir cinayete kurban gitmiştir. Sağ iken bir televizyon söyleşisinde “Şu anda Türk bürokrasisi yurttaşların şikâyetlerine cevap dahi vermiyor” anlamında bir ifadede bulunmuştu. Hiç mi cevap vermiyor acaba, yoksa ara sıra veriyor ama çok yetersiz ve niteliksiz olduğu için midir nedendir, verilen cevabı yok kabul etmek belki daha isabetli olur, diye düşünen birçok insan vardır herhalde.

Türk bürokrasisinin bu gerçekten marazi durumunu bir karşılaştırma ile göz önüne sermenin yaralı olacağını düşündüm. Uzun yıllardan beri yeminli tercümanlık yamaktayım. Almanca resmi dili olan ülkelerden (Almanya, Avusturya, İsviçre), genelde bizim o ülkelerle yapmış olduğumuz çalışma sözleşmesine bağlı olarak, oralarda yaşamış ve ülkesine dönmüş olan yurttaşlarımıza iş, emeklilik, oturum, sağlık gibi konularla ilgili yazılar gelmektedir. Bu yazılarda, doğrudan ya da üstü kapalı olarak bir hak talebi söz konusu ise yazının altında aydınlatma (yol gösterme) yer alır ve burada da istisnasız şu sıralama görülür:

1-    Bu yazıya itiraz edebilirsiniz; hemen altında,

2-    İdari, adli itiraz mercileri,

3-    İtiraz süreleri,

4-    Yasal dayanaklar (yasalar, yönetmelikler ve ilgili maddeleri) açık açık belirtilir. 

Diyeceksiniz şimdi, bunlar bizim anayasamızda yok mu? Ben de biliyorum var, hem de “Temel hak ve hürriyetlerin korunması” başlığı altında. Bakalım ne denmiş madde 40; “Anayasa ile tanınmış hak ve hürriyetleri ihlal edilen herkes, yetkili makama geciktirilmeden başvurma imkânının sağlanmasını isteme hakkına sahiptir. Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır. Kişinin, Resmî görevliler tarafından vaki haksız işlemler sonucu uğradığı zarar da, kanuna göre, Devletçe tazmin edilir. Devletin sorumlu olan ilgili görevliye rücu hakkı saklıdır.” Görüldüğü gibi Anayasamızı yazanlar itiraz hakkına yer vermişler. Tabi bu hak, insanı gerçekten insan olarak gören Avrupa’da ve oranın hukukuna ayak uydurabilmiş ülkelerde olur, diyen çok sayıda insan da var. Bizde ise “bulunsun canım” anlayışı ile konulmuştur. Adamlar bir de yazdıkları yazıda “İsteğinizi tam olarak karşılayamadığımız için çok üzgünüz” ya da “Umarız, beklentiniz böylece karşılanmıştır”, sonunda da “En içten dileklerimizle,  esen kalınız” demezler mi? İnsanın aklına şu soru geliyor; Acaba bunu okuyan bizden birisi ne düşünür? Bizim bürokrasi de üç yüzyıldan beri batılılaşma için çabalarken, kendini geri kalmışlığın prangalarından kurtararak bu güzellikleri, bir gün kendi insanına layık görür diye bekliyoruz.

Burada yüzyıllardan konu açılmışken, rahmetli Atilla Karaosmanoğlu’ndan da söz etmeden geçmeyelim derim. Kendisi Dünya Bankası’nda uzun yıllar çalışmış ve başkan yardımcılığı görevine kadar yükselmiştir. On iki Mart 1971 askeri müdahalenin ardından, Nihat Erim başkanlığında kurulan hükumette, ısrar üzerine başbakan yardımcılığı görevini üstlenmiş ve ancak sekiz ay kadar bu görevde kaldıktan sonra istifa ederek ayrılmıştır. Uzatmayalım, gazeteciler soruyor, Türkiye ile Avrupa Ekonomik Topluluğu ülkeleri arasında ne fark var, diye. O da 2359 yıllık bir zaman farkı olduğunu söylüyor. Benim de aklımda nedense hep 350 yıl olarak yer etmişti. Lise son sınıfta okuyan toy bir gençtim, Atatürk sevgimin ve milliyetçilik duygularımın örselendiğini düşündüm ve 350 yıl geri kalmışlıkla bile Karaosmanoğlu’nun bu ifadesini çok garipsedim. Şimdi, 52 yıl sonra köprünün altından çok sular aktı, ben de tabi farklı düşünür oldum. Rahmetli Atilla Bey’in o tarihlerde Türkiye’ye döndükten sonra başına neler geldiğini merak edenler, ağ bağlantısı (internet) üzerinden bulup okuyabilirler. Aradan geçen, kabaca 50 yılı çıkarırsak fark üç yüzyıla iner mi, yoksa 50 de üstüne koyarsak 400’e mi çıkar, takdiri okuyucuya bırakıyorum.

Elbette, Türk insanının çektiği çilelerin tamamını, bürokraside çok görülen aksaklıklara, savsaklamalara, umursamazlıklara, gereksiz retçi tavırlara bağlamak da çok doğru olmaz.  Hatta yaşanan bütün olumsuzluklara rağmen, az sayıda da olsa görevi için çırpınan, kendini yoran çalışanların var olduğunu da görmek gerekir. Ayrıca, üniversitelerimiz yok mu, ülkenin bu gözde eğitim kuruluşları örnek davranış göstererek, kendilerine ulaşan birtakım şikâyet ve talepleri gerektiği gibi, insanı ön planda tutarak, ayırımcılıktan, baskıcılıktan uzak, hakkaniyetli ve uygarca yanıtlasalar daha iyi olmaz mı, diye okuyucunun aklına bir, hatta birçok soru gelebilir. Ben de bir üniversite hocası olarak olayları görüyorum ve yaşıyorum. Mevcut durumda o örnek davranışı üniversitelerden beklemek hayal olur; Çünkü üniversitelerin yönetim biçiminde insan odaklı, tam bir hukuk anlayışı yerleşmemiş olduğu gibi, üniversiteler kendi içinde etik (ahlaki) sorunlarla da boğuşmaktadır. Şu halde üniversiteler evrensel bilim temelli atılım ve çözüm yerine, önemli ölçüde enerjisini, yarar sağlamayan yollarda tüketmekle meşgul olmamalıdır. 

Sonuç olarak, o özlenen uygarlık düzeyi için, bu gidişle kaç yüzyıla ihtiyaç olur ben de kestiremiyorum, ancak halk tabiriyle, çok fırın ekmek yemek gerekir diye düşünüyorum.   Bununla birlikte,  çok da enseyi karartmadan, insanımızla ilgili işleri, hatta sorunlu şikâyetleri ele alırken, insanlığın ulaştığı zaman çizgisinde, demokrasi bilinciyle gelişebilen, şucu bucu demeden, eşitlikçi insan hakları anlayışına uygun, çağdaş normlarla boy ölçüşen ilişkileri geliştirmek, koruyup kollamak gerekirken, niçin haksız ve kahredici umursamazlıklarla insanımızı yoruyoruz, üzüyoruz, haklarından mahrum ediyoruz? Hep böyle ele gıpta ederek mi ömrümüzü geçireceğiz? 

Önerim, bu yazıyı, başta üniversite rektörleri olmak üzere, üst düzey birim sorumlularının çalışanları ile yapacakları toplantıda okumaları ve bu doğrultuda kendi anlayışlarını sorgulamalarıdır. Umarım medya görevlileri de sonuçları izleyeceklerdir.

Prof. Dr. Şükrü Yetgin, Gümüşhane Üniversitesi Öğretim Üyesi
Yorumlarınız için teşekkürler: s.yetgin@hotmail.com

YORUM EKLE
YORUMLAR
kenan okumuş süleymaniyee
kenan okumuş süleymaniyee - 1 yıl Önce

güzel hocam sizleri burada yazılarınızla görmek ne güzel hürmetler,,