'Bu işte ADALET yok'

8.Yy ve 10. Yy arası insanlık tarihi için çok önemli bilimsel gelişmelerin yaşandığı bir dönem olmuştur. Özellikle İslam coğrafyasında kurulan siyasi yapılar bilimsel araştırmalarda dünyanın geri kalan bölgelerine göre çok ilerisinde bir durum ortaya koymaktaydılar. Eski yunan eserleri tercüme ediliyor, siyasi makamlar bilimsel araştırmalar için hiçbir masraftan kaçınmıyordu. Bu durum Akdeniz havzasında güçlü İslam şehirleri ortaya çıkarmakla birlikte büyük aydınlarında ortaya çıktığı bir coğrafyanın temelini atmıştı.

Lakin özellikle Haçlı Seferleri ve sonrasında Müslüman coğrafyasının içine kapanık tavrı bilimsel düşünceyi geri plana itmiş, ortaya çıkan siyasi yapıların askeri ve ekonomik vasıflı temeller üzerinde yürüyen yapılar olmasına sebebiyet vermiştir.

Gerçi Osmanlı Devleti için bilime önem veren, âlim ve ulemayı gözeten bir yapıya sahip olduğu söylense de bu durum da belli bir dönem için geçerliliğini korumuştur. Moğol öncesi Türkistan medreselerinde ve Abbasi egemenliğindeki ilim hayatı artık yoktu.

Dediğim gibi Osmanlı için aydınlanmanın en büyük dönemi olarak bahsedilse de bu durumda çok doğru değildir. Kitaplarda anlatılan, Sultan Mehmet’in Ali Kuşçu’nun her adımına 1000 altın vererek İstanbul’a getirmesi hadisesi her dönem yaşanan bir olay değildi. Üstelik büyük bir astronomi âlimi olan Kuşçu’nun İstanbul’a gelişi sonrası Astronomi ilminde önemli gelişmelerin yaşanmasını bekleriz. Lakin böyle bir durumdan da uzun vadeli bahsedemiyoruz. Yaptığı çalışmalar dönemle sınırlı kalmıştır.

Avrupa’dan feodal beylerin zorba yönetiminden kaçarak Osmanlı’nın başkentine gelen Rönesans aydınlarına ise kâfirin ilmene ihtiyaç yoktur denilerek karşı çıkılıyordu. Öyle Osmanlı padişahları vardı ki müneccimlerden görüş almaya ve devleti buna göre idare etmeye başlamışlardı.

Hiç şüphesiz bu durumların altında yatan sebep ise eğitim sistemindeki yanlışlıklardan ileri gelmekteydi. Bugünde aynı yanlışlıkları devam ettirme taraftarlığımız bizleri aynı noktada sabit tutmaktadır.

Beşik Uleması

16.yy itibariyle yavaş yavaş bozulmaya başlayan ilmiye teşkilatında ortaya yeni bir kavram çıkar. “ Âlim’in oğlu âlimdir” denilerek, babası medrese hocası olan her çocuğa doğduğu andan itibaren alimlik makamı verilmeye başlandı. İşte bu sisteme tarihçiler beşik uleması ismini vermişlerdir. Doğduğu andan itibaren geleceği belli olan kişi hiçbir bilimsel çalışmanın içerisine girmez, bazı temel bilgileri çevresindeki insanlardan okur ve medresede hoca olurdu. Nesil böyle yetişmeye başlayınca 17. Yy da yaşanan şu ilginç olay meydana gelir.

Osmanlı âlimlerinin oluşturduğu bir heyete üçgenin iç açıları toplamı sorulur. Verdikleri cevap ise üçgenine göre değişir olmuştur. Bizim âlimler üçgenin iç açıları toplamını hesaplarken beğenmediğimiz kâfir Avrupa( !) , buhar sanayisini fabrikalarında uygulamaya başlamış, askeri sahada teknik buluşları ordusuna eklemiş, oluşturduğu geniş ticaret ağları ile Müslüman coğrafyasının tamamına yakınını egemenliği altına almaya başlamıştı.

Bizler bir anda değil böyle yavaş yavaş kaybettik…

Günümüzde de bunun benzer örneklerini yaşamıyor değiliz. Aslında aradan geçen onca zamanda çokta düzelmiş sayılmayız. Güzel ülkemde sadece torpil bulamadığı için Avrupa’ya ve Amerika’ya iltica eden bilim adamlarını düşündükçe insan çok da umutlu olamıyor gelecek hakkında.

Ailesinden biri üniversitede hoca diye aynı üniversiteye çocuklarının da akademisyen yapılması çok uzağında olduğumuz örnekler değil.

Aslında bu da bir noktada beşik ulemalığının modern versiyonlarından birisidir. Gerçi yapılan akademik tezlerin % 60’ından fazlasının intihal programlarına takıldığı, bilimsellikten uzak bunca akademik yayının bizlere gösterdiği bir gerçektir bu. Bugün Prof. derecesinden Arş. Görevlisine kadar yeniden bir dil imtihanı yapacak olsak geçebilme ihtimali olanların sayısı bile bir elin parmağını geçmeyecekken, Türkiye’deki üniversitelerde akademik temel aramak akıl tutulmasından öte bir şey değildir. Bütün mantığını hacıya hocaya satan akademisyen örneklerinin ülkemdeki varlığı ortadadır. Üniversiteye kapak atarsam paçayı kurtardım diyenlerin, akademik yayın hayatlarındaki zayıflık bizlere durumumuzu gayet net açıklamaktadır. Hele ki Anadolu üniversitelerinde durum bundan da daha vahimdir.

Meseleyi açmamakta fayda var zaten bakan göz her şeyi görmektedir.

YORUM EKLE