GÜL LOKUMU

İstanbul’da farklı yaş veya sosyal gruptaki misafire farklı farklı lokum ikram edilirdi.

Yaşlılara genellikle hazmı ve yemesi kolay olduğu için Kuru Kahveci Mehmet Efendi kahvesinin yanında Şekerci Hacı Bekir’in gül lokumu ikram edilirdi.

Pek severiz, evimizden her zaman tarçınlı veya damla sakızlı Hacı Bekir’in akide şekerini eksik etmeyiz.

Bir gün Hacı Bekir’den akide şekeri alıyorum yanımda tezgahtara hitaben gayet kibar bir ses tonuyla;

"Yarım kilo gül lokumu rica edebilir miyim?"

diye istenmesi gramofonda çalan taş plaktaki bir İstanbul melodisi gibi hâlâ kulaklarımda çınlar.

İstanbul’un meşhurdur Bebek badem ezmesi.
Tane ile satın alınır.
Kiloyla istemek görgüsüzlük sayılırdı.

Boğaz’da lüfer akını olduğu zaman yalı sahipleri yalılarının bahçe kapılarını vatandaş oltasıyla avlansın, evine balık götürsün diye açık tutarlardı, usüldendi.

Yıllar önce Kurtuluş semtinde arkadaşımın tanıdığı Ermeni asıllı gayet yaşlı hanımefendiyi ziyarete gitmiştik.

Sohbetin konusunu sanata ve sanatçıya getirince sorduğu soru;

"Ben artık eskisi gibi dışarı çıkamıyorum,
Dârülbedâyi de yine güzel oyunlar oluyor mu?
Vasfi Rıza Zobu duruyor mu? 
Münir Nureddin yine konser veriyor mu?"

Kalmadı kardeşim kalmadı...
Evde olmazsa olmaz Kuru Kahveci Mehmet Efendinin köpüklü kahvesinin yaşlı ise yanında gül lokumu ikram edilmesinin gerektiğini bilen,

Nezaketle Hacı Bekir’den gül lokumu alan kibar İstanbul beyefendisi,

Dârülbedâyi bilen,
Vasfi Rıza Zobu’yu tanıyan tiyatro hayranları, 
Münir  Nureddin Selçuk’un eserlerini anlayarak dinleyen, 

Artık Boğazdaki yalıların kapısında “İçerde Köpek var” tabelası var.

Gerçekten öyle, artık içerde köpekler yaşıyor.

İnsanlar yaşarken, vatandaş avlasın evine balık götürsün diye yalısının kapılarını açık tutan yalı sakinleri, 

Dut mevsiminde konağının bahçesini komşularına açan, 

Artık kış geceleri evinde sarı leblebi ile boza keyfi yapan aileler, 

Bebek badem ezmesini,  
Beykoz paçasını, 
Çengelköy salatalığını, 
Tuzla bamyasını, 
Yedikule marulunu, 
Bayrampaşa enginarını, 
Kanlıca yoğurdunu, 
Taşdelen’in saray suyu olduğunu,
Galata Kulesinin hikayesini,
Kız Kulesinin efsanesini, 
Lüfer’in Boğaz’ın prensi, 
‘İcabında’, Sadri Alışık’ın 
İstanbul şiirini
bilen...

Velhasılı;
Beylerbeyi’nde bey, 
Beyoğlu’nda beyefendi kalmadı.

Kalmadı kardeşim kalmadı zorla değil, görgüsüzlüğün esiri olduk, asaletimiz kalmadı.

Telli gelin duvağı ile Telli Babaya giden,
Emirganda Boğaz’ın nazlı rüzgarıyla, 
Piyerloti’nin Haliç manzarasında çay içen, 
Sarıyer Börekçisinde üzümlü börek, 
Baylan Pastahanesinde griye, 
İnci Pastanesinde profiterol,
Konyalı’ da talaş böreği yiyen
bir avuç insan kaldı.

Bir de porselen tabak, ince belli cam bardağın ve ‘hoş geldiniz’ in olmadığı karton tabak, bardaklı, yabancı menşeli, kalabalık, gürültülü ‘cafeler’ kaldı.

YORUM EKLE