HANGİ MEDENİTETE AİTİZ

Medeniyetleri, medeniyetin sahiplerini ve o medeniyetin ruhunu anlamak isterseniz o medeniyetin zaman anlayışını incelemelisiniz. Zaman, her medeniyetin kendi değerlerine göre takvimleyerek anlaşılabilir kılmaya çalıştığı sürecin çok ötesinde anlamlar taşır. Toplumların insan ve mekân anlayışıyla bütünleşir ve o toplumun misyonunu, işlevini belirler.

Yeryüzünü ve insanı sömürü hedefi olarak gören medeniyetlere bakarsanız, ebediyetle irtibatlarının ya hiç olmadığını ya da çok zayıf olduğunu görürsünüz. O medeniyetlerin insanı, zamanın insan ömrüyle sınırlı olduğunu düşünürler. Yalnızca bir ömür; on yıllarla sınırlı öncesiz sonrasız bir ömür. Zaman anlayışı böyle olunca artık her türlü sömürü, talan ve çapul kaçınılmazdır. Yaşanacak, elde edilecek her şey, bir ömrün sınırladığı zamana bağlıdır çünkü. Güce ve hakimiyete ulaştıran her şeyi meşru saymaları işte bundandır.

Böyle medeniyetlerin çocukları, ruhlarının ebediyet iştiyakını ancak başka insanların, başka coğrafyaların hayatlarını kendi ömürlerine katarak dindirebileceklerini sanırlar. Ne var ki bu çaba da zamana esir olmaktan kurtaramaz onları. Gençliklerinde vahşi, ihtiyarlıklarında çekilmez ve çirkin olurlar.

Bir de zaman tarafından kuşatılmamış, aksine zamanı kuşatabilmiş insanlar vardır. Onlara göre zaman, öncesiz-sonrasız Mutlak Varlık’tan gelip, yine O’na dönen süreçtir. Sıfır ile son arasında yitip giden düz ve sınırlı bir çizgi değil.

Onların medeniyetleri, her şeyi yaratan ve yaşatanın mesajının hayata nakış nakış işlenmesiyle şekillenir. Sanatı, edebiyatı, mimarisi ve sosyal kurumları hep O’na işaret eder, O’na çağırır. O’na, yani ebediyete.

Ömrün, ezelî ve ebedî olanın emanet ettiği bir sermaye olduğuna inanır onlar. Yalnız kendilerine ait bir sermaye. An be-an işlenmesi, çoğaltılması gereken bir sermaye.

Vukuf-u zaman prensipleri vardır onların. Yaşanılan her anın kazanıldığını ya da kaybedildiğinin idrakindedirler. Ömrün kaybedilmesinin, ebediyeti kaybetme anlamına geldiğini bilirler. Kaybedenlerden değil, kazananlardan olmak için yaşarlar. Aldıkları her nefesin muhasebesini yaparlar. İşte böylece hakim olurlar zamana.

Zamanı çoğaltabilir onlar. Çünkü harcamak ve tüketmek yerine, kazanmak ve çoğaltmak onların esas karakterleridir. Yaşadıkları her vakti iyiliklerle, güzelliklerle donatarak, ebediyetten kat kat fazlasıyla karşılık alırlar. Öyle anları vardır ki onların, ebediyetin kendisi oluverir. Bedenleri toprak olsa da asla ölmezler. Zaman ve mekân üstü bir boyuttan göz kırparlar sonsuzluğa aşık gönüllere.

Zamanı kuşatanlar, kendi kendilerine kutsal zamanlar üretmezler. Onların kutsal günleri Alemlerin Rabbi’nin buyruğu ile, Sevgili Elçi tarafından belirlenmiştir. Böyle zamanlarda neşe ve sevinci, manevi hazlarla harmanlayıp herkesle paylaşırlar. Kederli insanları sevindirmek, yalnızca onların bayramlarına özgüdür. Çünkü onlar sahip oldukları her zenginlik gibi, mutluluklarını da paylaşmayı, çoğaltmayı severler. Yardımlaşmaktan büyük haz duyarlar.

O medeniyetin çocukları, çabucak bitiverecek diye gençliklerini sahte tatminlerle heder etmezler. Gençlik zamanlarını, güç-kuvvet yerindeyken iyi işler yapmanın fırsatı olarak görürler. Bu anlayış öyle bir denge verir ki o gençlere, ne vahşi olurlar, ne de tatminsiz ve bezgin. Yüzleri güler, muhabbetli ve dinamiktirler.

Yaşlılar ise kendilerini ebediyete açılan kapının eşiğinde hissederler. Asla yok oluş kaygısı taşımadıklarından, mutmaindirler. Yüzlerinde kendilerine ait kıldıkları zamanların huzuru okunur. Ölümü bitiş değil, geldikleri o Mutlak Varlığa dönüş olarak görürler. Sevinçli ve ümitlidirler. Vuslat için tatlı bir hazırlık heyecanıyla atar diri kalpleri. Saç ve sakallarındaki gümüş renge, ötelerden gelen ışığın yansıması olarak bakarlar. Aynalara hiç düşman değildir onlar. Yaz güneşinde olgunlaşmış, tatlanmış sonbahar meyveleri gibidirler. Güler yüzlü, tatlı dilli, engin gönüllü olurlar.
İşte insanları ebediyete bağlayan o medeniyet kuvvetliyken, yeryüzü barış ve huzur yurdu olur. Zamana esir medeniyet hakim olduğunda da, kan ve gözyaşına boğulur insanlık. Tarih ve şimdiki zamanlar buna şahitlik eder, bunu anlatır.

Evet; zamana hapsolmakla, onu kuşatmak böylesine derin farklarla yansır insana. Hepimizin ömrü, sonsuzluğa akıp giden zamanın bir parçası. O zamanın ya esiri olacağız, ya da hakimi.

Siz hangisini tercih ederdiniz?
YORUM EKLE