ÂLEMLERE RAHMET: KUTLU DOĞUM

Ülke Gündeminde…
Şimdi Gündem, tüm gündemlerin üstünde
Diğer gündemlere küçük bir mola…
Şimdi Kutlu Doğumu yaşıyoruz…
Devlet Erkânı ile Kutlu Doğumu idrak etmeye çalışıyoruz
Kaynaklardan o döneme doğru uzanıyoruz…

“Yer Mekke… Zemzem kuyusunun yanı başı… Büyük bir ağacın altında İsmail (A.S.) okunu yontup düzeltmekteydi. Gözlerini bir an karşıdan gelen yolcuya çevirdi. Tanıdık bir simaydı gelen… Yıllardır hasretini çektiği kişiydi bu: Babası İbrahim (A.S.). Baba-oğul kucaklaştılar, sarıldılar.

Baba ve oğul nice badireler aşmışlar, ne güzellikler yaşamışlardı. Bir kez daha ilahî irade onları buluşturmuştu. Her zaman beraberliklerinin odak noktası, Âlemlerin Rabbine itaat ve teslimiyet olmuştu. Oğul İsmail (A.S.), daha küçük yaşlarda teslim olmuş, babasının elleri arasında kurban olmak için Âlemlerin Rabbi ’ne boynunu uzatıvermişti. Ama şimdi… Yıllar geçmiş, evlenmiş, baba evine bir kaç kez ziyarete bile gelmişti. Kurban meselesinde olduğu gibi, İbrahim (A.S.) niyetini oğluna açtı:

“- Ey İsmail! Allah Teâlâ, bana muazzam bir iş emretti.” İsmail (A.S.):

“- Babacığım! Rabbin ne emrettiyse, O’nun emrini yerine getir” dedi. İbrahim (A.S.):

“- Ama bu işte sen bana yardım edeceksin!” İsmail (A.S.):

“- Babacığım! Sana her zaman yardıma hazırım!” cevabını verdi. İbrahim (A.S.):

“- Allahu Teâlâ, buraya bir ev yapmamızı emretti.”

Kâinattaki en şerefli bina Kâbe idi. Orası Allah’ın evi, Beytullahtı. Allah bütün müminleri orada bir araya getirirdi. İbrahim (A.S.), oğlu İsmail (A.S.) ile Kâbe’nin temellerini yükselttiler. Oğlu taşları getiriyor, babası o taşları üst üste koyup duvar örüyordu. Nihayet inşaat bitti. (Buhari)

Kâbe’de İlk Dua

Tamamladıkları bu mukaddes binanın karşısında, İbrahim (A.S.) ve oğlu İsmail (A.S.), adeta asırlar sonrasını görüyormuşçasına Yüce Mevla’ya yöneldiler:

- “Ey Rabbimiz!… Kabul buyur. Şüphesiz sen işitensin, bilensin. Ey Rabbimiz!… Neslimizden sana teslim olan bir ümmet çıkar. Ey Rabbimiz!… Onlara kendi içlerinden, senin ayetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek, onları günahlardan arındıracak bir Peygamber gönder!… Her zaman üstün gelen, her şeyi yerli yerince yapan yalnız sensin.” (Bakara/127-129)

Bu peygamber, alemlere rahmet olacak Muhammed Mustafa (A.S.)’dan başkası değildi. Zira İsmail (A.S.)’ın neslinden, Muhammed Mustafa (A.S.)’dan başka peygamber gelmemişti. (el-Aynî)

Fillerin Arasındaki Mahmud

Allah’ın nişanelerinden birine göz dikmek, O’na şirk koşmak demekti. Kâbe, insanları etrafında toplamaya, insanları bir olan Allah’a itaate çağıran merkez olunca, Ebrehe denilen hükümdar bunu kıskandı. Aslında o Yemen’de yaşıyordu ve Hristiyan’dı. (İbn-i Hişam, İbn-i Sa’d) Halkın bölük bölük Kâbe’ye yöneldiğini görünce:

“Mesih’e yemin ederim ki, ben size ondan daha iyisini yapacağım” dedi. (İbn Sa’d)

Bu apaçık isyandı. Allah’ı tanımamaktı. Bu niyetle Mekke’ye, Kâbe’yi yıkmaya geldi. Ebrehe altmış bin kişilik ordusu ve yeryüzünde eşi benzeri olmayan, dağ gibi, kımıldatılamaz hayvan Mahmud adlı Fil ve daha 13 fil ile Mekke şehrine girdi. (İbn-i Sa’d) Şehre girince bu beldenin en ulu kişisini sordu. Karşısına Abdulmuttalib çıktı. O insanların en ulusu, en güzel yüzlüsü, en boylu-poslusu, en iri yapılısıydı.  (İbn-i Hişam)

Abdulmuttalib: “Ey Ebrehe! Sürülerinin arasına kattığın develerimi ver!” dedi. Ebrehe: “Benim dileğim Kabe’yi yıkmak. Sen atalarının din yeri olan Kabe’ye sahip çıkmıyorsun da, kendi develerini istiyorsun, şaşarım.” dedi.

Abdulmuttalib: “Ben develerin sahibiyim. Bu evin sahibi Allah’tır. Onu sana karşı Allah koruyacaktır.” cevabını verdi.

Ebrehe ilahi azabı ısrarla istiyordu. Abdulmuttalib ise bu durum karşısında Kabe’nin kapısına dayanmış, halkalarına yapışmış, Kabe’nin sahibi Allah’a yalvarıyordu:

- “Ey Allahım! Bir kul bile evini-barkını koruyor. Sen de hürmeti tehlikeye uğramış olanları koru! Düşmanlar senin kuvvetine asla üstün gelemezler!…” (İbn-i Hişam)
Mahmud adlı o koca fil, yüzünü Kabe’nin eşiğine dayadı. Güneş doğana kadar Kabe’nin yanından kıpırdamadı, onu yerinden oynatamadılar. Böylece Allah’a itaat etti, Kabe’ye saldırmadı. Gerisin geriye döndü ve kurtuldu. İlahi azaba uğrayan bütün cesetler, sele karıştı, denize döküldü. (İbn-i Hişam) Ebrehe bir kuş yavrusu kadar kalmıştı, vücudu döküle döküle Yemen’e götürdüler. En sonunda kalbi paramparça oldu ve öldü… (İbn-i Hişam, İbn-i Sa’d, Kurtubî)

Elli Gün Sonra…

Miladi 571 yılı, nisan ayı. Diğer bir ifadeyle Fil Yılı, Rebiulevvel ayı, 12. günü, pazartesiydi. Henüz tanyeri ağarmamıştı. Kainatın en sevgili insanı, Peygamberimiz (A.S.) aleme rahmet olarak dünyayı şereflendirmek üzereydi. Âmine Validemizin o esnada hizmetinde bulunan Abdullah kızı Fatıma Validemiz anlatıyor:

“Annesi O’nu (A.S.) doğurduğu gece oradaydım. Nereye baksam O’nun nurlandığını, evin nurla dolduğunu görüyordum. Hatta yıldızların yaklaştığını hissediyor, üzerime düştü düşecekler, diyordum.”

Kâinatın yaratılmasına sebepti O… “Ey Habibim! Sen olmasaydın, (evet) sen olmasaydın, bu kainatı yaratmazdım.” (Aclunî, K. Hafâ) demekti O… O nur Hz. Adem (A.S.)’de iken, Melekler Hz. Adem (A.S.)’e secde ettiler. O nur İbrahim (A.S.)’de iken, Nemrud’un ateşi teslimiyetle gülistana çevrildi. O nur İsmail (A.S.)’de iken, Allah’a kurban olmak üzere teslim olan ruh, “babacığım! Ne ile emrolundun ise onu yerine getir” (Saffat/103) diyordu. Daha sonra da Kabe’nin temellerini yükseltirken, aynı ruh, o Muhamedî Nur’la taşları taşıyordu. Yine o nur, İsa (A.S.)’da iken “benden sonra Ahmed adında bir peygamber gelecek..” (Saff/6) ilahi fermanını aleme müjdeliyordu. Ve Muhammedî Nur Abdulmuttalib’de iken, Ebrehe’ye: “Beytin sahibi Allah’tır. Kabe’yi koruyacak olan Allah’tır” dedirtiyordu. Ve O nur… Oğlu Abdullah’ta iken kendisiyle beraber olmak için elbisesine yapışan kadına: “Allah’tan korkarım” dedirtiyordu. (İbn-i Sa’d) Zira O’nu koruyacak olan Allah’tı.“Allah seni insanlardan koruyacaktır…” (Maide/67)

Allahım! O Nur-u Muhammedi’ye ne kadar muhtacız!..  Nur-u Muhammedi’yi taşıyana ne kadar muhtacız!…
İşte o nur, Abdullah’tan Amine’ye geçmişti. O gece… Ve şimdi emaneti teslim zamanıydı. Tan yeri ağarırken, yer ve gök buna şahitlik ediyordu:

Şahitler

Daha O doğarken herşeyi değiştirmişti. İhtişamlı, görkemli binalar, saraylar, sütunlar hep yerle bir olmuştu. Kuruduğunu anlamayan insanlar, yaşadıkları toprakları bile kurutmuştu. O çöl, Semâve Vadisi… Adeta Rasulü Ekrem (A.S.)’in teşrifiyle kâinata sevinç gözyaşlarını dökmüş, sularla gürül gürül dolup taşmıştı. Aslında insanlara binlerce muştu veriyordu. Belki de insanlara “işte şimdi sizlerden kurtuldum” diyordu. O nur doğuyu ve batıyı kuşatınca, İran’da bin yıldan beri yanmakta olan Mecusilerin ateşi bile nursuz kalmış, sönüvermişti. Hakiki Nur’ u göremeyen İran’daki Kisra (Kral) ve adamları da karanlıklara gömülüp gitmişlerdi.

Beklenen Kutlu Doğum

İlahi Nur, adeta iki sevgili gibi sahibine kavuştuğunda, canlı-cansız bütün varlıklar, görünen ve görünmeyen gözler ve gönüller, müştak bir halde O’nu bekliyordu.
Hz. Peygamber (A.S.) Efendimiz, yüzyirmidörtbin küsur peygamber ve onların tecellileriyle, Mekke’de babasından kalan Beni Haşim Caddesi’ndeki eve Nübüvvet nurlarıyla indi. Hem de iki kürek kemiğinin arasında yumulu avuç gibi, güvercin yumurtası şeklindeki (İbn-i Sa’d) Peygamberlik mührü ile mühürlenmiş, Alemlerin Rabbi tarafından ezelden ebede kadar tasdiklenmiş olarak… Nur-u Muhammedî bu tasdiki perçinliyordu. O (A.S.) doğar doğmaz ellerini yere dayadı. Başını semaya çevirdi. Parmağında sanki ilahi bir gıda vardı. Emiyordu… Oradakiler ise,
“Doğrusu biz, bunun gibi çocuk görmedik?!…” diyorlardı. (İbn-i Sa’d, Taberi)

Yine Bir Pazartesi Günüydü…

O pazartesi başkaydı. Rebiulevvel ayının onikisi. Miladi 571 yılının Nisan ayındaki Pazartesi… Hakikatte o günü hep hatırlamalıydı… Çünkü O (A.S.), o gün doğdu. Mekke’de Hira Mağarasında iken, Cebrail (A.S.) ile vahye ilk kez yine o gün muhatab oldu. (İbn-i Sa’d, Taberi). Allah’a itaat için, Medine’ye hicret ettiğinde, Medine topraklarına pazartesi günü ayak bastı… (İbn-i Hişam) Hicretin 11. yılında 63 yaşında bu alemden ayrılıp, En Yüce Sevgili’ye kavuştuğu gün yine Rebiulevvel ayının onikinci pazartesi günüydü… (Buhari, İbn-i Sa’d)

Ve… Pazartesi günü önemliydi, bereketliydi. Ebu Katede (R.A.) anlatıyor:

“Rasulullah (A.S.)’a Pazartesi günleri oruç tutmanın (öneminden) soruldu. Şöyle buyurdu: Pazartesi, benim doğum günüm ve Peygamber olarak gönderildiğim gündür.” (Müslim, Ebu Davud)

Yine Efendimiz (A.S.) şöyle buyurdu: “Ameller Pazartesi ve Perşembe günleri Allah Tealâ’ya arzedilir. Ben, amelimin oruçlu olduğum halde arzedilmesini severim.” (Tirmizî, Nesai)

O Üstündü…

Değişenler


O satırlar arasında değil, sadırlar (kalpler) içine yerleşmişti. Allah’a giden yollar O’na açılan kalplerden geçerdi. Akıtılan gözyaşları içerisinde, kurulan bir gönül devleti vardı. O sözlerle değil, sözler O’nunla güzelleşiyordu. O’nunla güzelleşen Hz. Ömer’in oğlu Abdullah, Rasulullah (A.S.)’dan her bahsedişinde gözleri yaşarır ve ağlardı. (İbn-i Sa’d) On yaşından beri O’nun hizmetine Medine’den katılan Enes b. Malik (R.A.): “Sevgili Peygamberimi görmediğim gece olmuyor” der, ardından da hüngür hüngür ağlamaya başlardı.” (İbn-i Sa’d)

Selam olsun! Asr-ı Saadetten bu güne değişenlere.
Canlar feda olsun, insanları değiştirip, O’na eriştirenlere…
Sallallahu Aleyhi ve Sellem. Ve alâ âlihî ve sahbihî ecmain.”
YORUM EKLE