MİLLETLERE IŞIK TUTAN MEŞALEDİR AYDIN

TÜRK İNKILÂBI -I-

Nasıl yaşıyoruz? Bu soruyu herkes kendince mantıklı bir şekilde yanıtlar. Ben de kendimce yorumlayacağım. 

Sıradan bir birey olarak pek tabii ki bizler, işittiklerimizi yorumlayarak ve biraz da kuruntularımızı heykelleştirerek hayatı yaşıyor ya da yaşanmaz kılıyoruz. Doğal olarak da gerçeğin kıyısına bile uğrayamıyoruz.

Otobüste büyüklerine yer vermeyen gençlere kızan yetişkinlere benziyoruz. Gençlerin ruhuna dokunmaktan uzak bir hayatımız var.

Duygusuz gözlerle seyrediyoruz onları aslında ne ektiysek onu biçiyoruz. Merhametten uzak bakışlarımla hangi gönle girilir ki? İşte sonuç bu…

İnancımızdan daha çok şuursuzluğunuzun bir yansıması olan “körü körüne” kaderiyetçiliğimiz bizi uçurumun kenarına getirdi. Camii avlusundaki şadırvanda serinleyen bedenimize hapsettiğimiz aklımız çıldırmak üzere…

Biz bu uyuşukluk döşeğine soktuğumuz başımızı korurken düşman ayaklarımızdan tutup bedenimizi her geçen gün uçurumun kenarına çekiyor. Ne kendimize ne de bir başkasına yardımımız dokunuyor. Örfümüz gitti, kuvvetimiz gitti, aile gitti. Hayaller gitti, akıl ve gönül gitti. Karanlık sulara dalmış karabatak gibiyiz. Dalıp gittiğimiz sular bulanık ve bir o kadar da bataklık… 

Bunca gidene rağmen ne geldi peki? Maddi ve manevi varlığımız şuursuzluk girdabında yuvarlanıyor. Asrımızın çıldırmış ruhları, neslimizin ruh doktoru oldu. Kime ne yarar sağlar bu gidiş? 

Üstat Mehmet Akif’in değimiyle: “Ey elleri böğründe yatan şaşkın adam kalk!” Bu seslenmeden sonra aydın kavramı üzerinde durmak gerektiğine inanıyorum. Elleri böğründeki adam… Aydın.

Aydın, büyük buhranların tonlarca ağırlığı altında iki büklüm eziliyor. Sayıları gibi etkileri de az. Onlar ki hem şaşkın hem muzdaripler. Bir kısmının “Allah’a bakan gözleri dünyayı unutmuş. Bir kısmının ise dünyaya bakan gözleri Allah’ı inkârda... Bir kısmı da gölgesinden korkar olmuş. Tanzimat’tan beri bunun bir ortasını bir türlü bulamadık. Bu üç grup aydının ilki kaba softa ham yobaz, ikincisi at gözlüğü takmış ve ruhu sallantıda bir şaşkın, üçüncüsü ise sümsük, ölü birer toplum kaçkınıdır.

Milletlere, hatta dünya insanlığına yön veren aydın; zekâsıyla, kalbiyle, hisleriyle ve iradesiyle yaşar. Onu ve onun yaşamaktan ne anladığını bilmek gerek. Aydının dünyası öyle şatafatlı, debdebeli değildir. Sakin ve bir o kadar da sadedir. Kalabalıklar onu boğar. AVM’ler onun ilgisini çekmez. Günübirlik olaylar ve tüketime dayalı çılgınlıklar da onun kalbini daraltır. O, ruhunun çizdiği rotada ilerler. Saf ve apaçık bellidir. Büyük adamların yalnızlığı onları en büyük adamların yalnızlığına ve olgunluğuna taşır. Onlar, yalnızlığın içinde kendilerini bulurlar.

Rousseau, Lamartin, Victor Hugo gibi… Hâl böyleyken büyük koltuklara hiç de heveslenmediler. Çünkü onlar makamları bir basamak olarak görmemektedir. Onların büyüklüğü mücadele aşklarından gelir. Uzun zaman oldu. Bir portre çizebildik mi? Ne yazık ki hayır! Portreden amaç ilk anlamıyla bir resim bir görüntü değil elbette. Bu portre, abideleşmiş bir karakter sağlamlığıyla son yüzyıla adını yazmış büyük şahsiyetlerdir. Atatürk gibi Mehmet Akif gibi Âşık Veysel gibi Cemil Meriç gibi Oktay Sinanoğlu gibi Halil İnalcık gibi İlber Ortaylı gibi…

Karakter portresi çizmek için yalnız medeniyet tarihini bilmek yeterli olsaydı sosyal bilimler alanında akademik çalışma yapan üniversite profesörleri topluma yön veren birer örnek şahsiyet olarak bizi millet olarak içinde bunaldığımız bu kargaşa ortamından çekip çıkarırdı. Ne yazık ki milletler, Süpermen kılıklı kahramanlarla değil akıl ve gönül dünyası güçlü, etten ve kemikten oluşmuş gerçek kahramanlarla kurtuluşa erer.

Akıl ve gönül dünyası zengin kişiler, öncelikle at gözlüğü takmaz, beynini asla kiraya vermez. Bu iki cevher, insanın varoluş mücadelesinde meşale gibi yolu aydınlatır. İnsanın dara düştüğü her yerde imdada yetişir. Hangi asırda ve hangi kıtada olursanız olun, akıl ve gönül ışığı bir güneş gibi hayat sunar evrene.

Nesiller arasında bir köprüdür bu kişiler. Bize hayatın sırrını, insanlığın özünü ve aydınlık yarınların ipuçlarını sunarlar. Ne yazık ki böyle örnek karakterler pek yok. Vakar sahibi bir alın, ülkü dolu bir sine, hayâ dolu bir çehre, azim dolu bir ömür ve bilgiyle yoğrulmuş bir kafa kaç kişide vardır?

Kimi hayata koşarken kimi doludizgin hayattan kaçıyor. Bütün benliğini dünya zevklerine feda etmiş kişi de hüsrandadır; dünyadan kopuk, toplumdan uzak münzevi bir hayatı iman gereği yaptığını düşünenler de… Birinin diğerinden farkı varla yok arasında vardan ziyade, yok eşiğinde varlık-yokluk mücadelesidir. Kimi dünyayı dar ediyor kendine kimi ise sıkıntıdan oluşmuş bir zindana çeviriyor bu güzelim dünyayı. Böylesi bir girdaba girilince dünyadan tatmin olarak ayrılmak imkânsızlaşıyor.

Ruh, cinnet geçirmenin eşiğinde debelenip duruyor. Acz içinde her düşüşte kimse yoğrulmuş oluyor. Kin ile kibir ittifak hâlinde bir âfet gibi her şeyi darmadağınık ediyor. Milletlerin sosyal, kültürel ve tarihi dokusunu oluşturan karakterler vardır. Tarih, bu büyük ruhların ortaya koyduğu eserlerle şekillenmiştir. Onlar olmasa sözün uçuculuğu nedeniyle her şey bir anıdan ibaret olacaktı. Yazının kalıcılığı sayesinde bugün pek çok kaynağa ulaşıp karanlık dönemleri de aydınlatabiliyoruz.

Yunus Emre’ye unutulmaz kılan çıktığı yolculuk değil midir? Akif’i asırlarca unutulmaz kılan ise azmi ve mücadele aşkıdır. Onun hürriyete ve adalete olan inancı her zaman canlı ve dimdik ayaktadır. Mimar Sinan’ın mimarî dehasını çözümleyen kaç bilim insanı var?

Bethoven’in ruha işleyen musikisi Goethe’nin ruhu tasvir eden satırları kaç insanda var? Bizim Yunus’un değimiyle kaçımız “Ete kemiğe bürünüp” Mevlana, Geothe, Beethoven, Sinan, Fuzuli, Sokrates, İbn-i Sina, Mete Kağan, Attila Kağan, Fatih, Yavuz, Kanuni ya da son büyük lider Atatürk diye görünebiliyoruz?

Aklınız ve gönlünüzle yolunuz açık; alnınız ak olsun.

Muzaffer ARSLAN
muzafferarslan.tr@gmail.com

YORUM EKLE