SULTANLARI YETİŞTİREN GÖNÜL SULTANLARI

İnsan nasıl ki beden ve ruhsa, akıl ve kalpse, görünenin ardında bir görünmeyen yani gönlü varsa, devlet dediğimiz dahi öyledir. Ecdat cihana hükmetmeden önce gönüllere hükmetmeyi, şehirlere girmeden önce gönüllere girmeyi şiar edinmiştir. Ve bilmiştir ki gönüllere girilmeden şehirlere girilemez! 

Bu yolda devleti idare edenler, evvela gönüllerini terbiye etmiş ve gönüllerine hükmetmiş, kul olmayı bilmişlerdir. Ve bu maksadı kendilerine her daim anlatacak ve unuttuklarında hatırlatacak bir hocanın hemen yanında bulunmayı şeref farz etmişlerdir. Yoksa "Evliya ve enbiyaya intisabım var" demeleri, "Sultanlık bir kuru kavga imiş" deyip de gönüllerindekini bu denli söylemeleri başka bir sebepten değildir. 

Ecdadın kurduğu bu gönül medeniyetinin görünen yüzü, sureti padişahlar ise bunun bir de ardında olanı, sireti ve bu bedenin bir gönlü ve aklı olması gerek. Görünenin ardında olanı, gönül medeniyetinin esas mimarlarını ve sultanların sultanlarının padişahlara nasıl mihmandarlık yaptıklarını çok açık ne net olarak görmekteyiz

Cihana sultan olmanın ötesinde, gönül medeniyeti kurmanın sırlarını gönül sultanlarından öğrenerek iki cihan saadetini elde edebilmenin gayreti içinde olmuşlar. Osmanlı padişahlarından her biri bir evliyanın talebesidir. Tasavvuf, devletin kuruluşunda maya vazifesi görmüştür. Osmanlı saray terbiyesi ve kültürünün de esasını teşkil etmiştir.

Şeyh Edebâlî ile Osman Gazi kıssası, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda aşkın rolünü gösterir. Padişahlardan her biri, aynı zamanda tasavvufla meşguldür. Sultan Ahmed gibi sıkı mürid olanları da vardır. Muhiblik, yani bir veliyi sevmekle iktifa edenler de vardır. En çok padişahın mensubu olduğu tarikatlar Halvetî, sonra Nakşî, sonra Mevlevîliktir. Tasavvuf, devletin kuruluşunda maya vazifesi görmüştür. Osmanlı saray terbiyesi ve kültürünün de esasını teşkil etmiştir.

Şeyh Edebâlî’nin Osman Gazi’ye Ey Oğul diye başlayan nasihatlerini hepimiz biliyoruz. Fatih Sultan Mehmed,  İstanbul’un fethinin manevî mimarı Akşemseddin’e bağlıydı. Ve hocası onu hem dünya hem de ahiret fatihi olarak yetiştirmiştir. Cihan Padişahı Kanuni Sultan Süleyman  ve diğer Osmanlı sultanlarının  bağlı olduğu ilim irfan öğrendiği gönül sultanları vardı. 

Sultan II. Abdülhamid, Nakşibendiyye’den Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî’nin sohbetlerinde bulunurdu.

Yavuz Sultan Selim Han şu beyitlerine bir kulak verelim ve meseleyi anlatmaya ve anlamaya çalışalım.

Padişah-ı alem olmak bir kuru kavga imiş,
Bir veliye bende olmak cümleden a’la imiş.

Bu zahiri Alemin, padişahı olmanın kuru, boş, faydasız ve gereksiz bir kavga olduğunu bir mürşid-i kamil'e bağlı olmak bütün dünya, makamlarından daha yüce bir makam ve zenginlik olduğu zikrediliyor. Zahiri anlamı açık. Herkes tarafından kolayca anlaşılabilir. Neden, bir veliye, Kamil bir mürşide bağlanmak bu kadar önemli olsun. Allah, bize akıl irade vermiş, Peygamber, Kitap göndermiş eğri ve doğru yolu göstermiş, niçin illa da bir mürşit, şart mıdır? Ben, ilahi emirleri tutar, Allah yoluna tek başıma giderim benim aklım izanım iradem var diyenler çoktur. Oysa mürşitsiz bu yollar tehlikeli tuzaklarla doludur. Mürşit bir vesiledir. Doktora gerek yoktur, bizde tıp kitaplarını alır okur kendi rahatsızlıklarımızı tedavi edebiliriz, diyebilir miyiz? 

Mürşitle manevi sefer, sağlam ve rotası çizilmiş, pusulası doğru usta bir kaptanla yolculuğa benzer. Kendi başına çıkılan manevi yolculuk ise ummanı yüzerek geçmeye çalışmak kadar büyük bir çılgınlıktır. Bu tehlikeyi gören büyük Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim, mürşide intisabın önemine dikkat çekiyor ve böyle bir şansın kaçırılmamasını, bir devlet kuşu dünya ve içindeki tüm makam ve zenginliklerden, daha büyük bir şans olarak değerlendirilmesi gerektiğine işaret ediyor.

Kılavuzsuz olmaz durum bunu gösteriyor. İstanbul Boğazından gemiler geçerken dahi kılavuz kaptandan yardım almak zorundadırlar. Niçin? Boğaz trafiği çok yoğun, karmaşık, etrafı yerleşim alanı, bir kaza yapmadan oradan çıkıp yola devam etmek için. Gemiler o yöreyi bölgeyi her şeyi ile iyi bilen kaptan yardımı ile geçerek seferlerine yani hedeflerine doğru yol alırlar. İyi bir insan olmak, iyi bir kul olmak için yola çıkan insanlar da iyi bir kılavuzdan işin ilmini bilen manevi üstatlardan yardım alırlar. Onların kılavuzluğunda yollarına devam ederler. Bu yardımla kazaya uğramadan en iyi yoldan, en kısa yoldan hedeflerine ulaşmaya çalışırlar. 

YORUM EKLE