YEŞİL MANTO

Yataktan nefes nefese fırladığım gibi başladım etrafta koşturmaya, bir sağa bir sola dönerek bulmaya çalıştığım elbiselerimi, önlüğümü giymeye çalışıyordum. Anneme sitem dolu sözlerle “Eyvah anne çok geç kalmışım, neden beni uyandırmadınız?” sorusunu sorarak kendimce sorumluluğu üstümden atmanın gayreti içindeydim. “Ne bileyim oğul bugün hava kapalı ya ondan olacak vaktinde uyanamadım. Senden az önce kalkıp hazırlıklarını yaptım, acaele bir bardak sütle biraz peynir ekmek ye; yetişirsin inşallah “dedi. Telaşım birkaç kat artmıştı. “Hayır anne zaten geç kalmışım birde yemeğe kalırsam…” diyerek çantamı kaptığım gibi evden dışarı attım kendimi.
Sonbaharın en berbat günlerinden birisi olsa gerek, hava kapalı rüzgar alabildiğine hızlı ve gürültüler çıkararak yürüyüş istikametimin tersi yönünde esiyor, ben ileri hamle yaptıkça o beni geriye doğru itiyordu. Dallardan düşen yapraklar, yerden kalkan toz ve kum taneleri ışığa koşan pervaneler gibi yüzüme vurup öyle yere düşüyorlardı. Sanki arazide sadece ben varmışım gibi hepsi beni hedef almış bir ordu hücumuna benzer bir saldırıyla karşılaşmış çocuk başıma kafamı önüme eğmiş yürümeye çalışıyordum. Bütün bu olanlara aldırdığım yoktu aslında; asıl endişem okula geç kalmamaktı…

    Aksilik olacak ya siz rüyalarda yürümeye çalışırken adımızı atarsınız ama ilerleyemezsiniz, işte gerçek hayatta da bunun deneyi yapılıyormuş gibi rüzgarla birlikte yağmur çiselemeye daha sonrasındada sağanak şeklinde sicim gibi üzerime boşalmaya başladı. Bulutlar bütün nemini fıskiye ile yüzüme doğrultmuşlar gibi ardı arkası kesilmeyen damlalar rüzgarla birlikte yüzüme vuruyor, gözlerimi ve ağzımı ozon kokusu sinmiş yağmur suları ile dolduruyorlardı. Dudaklarımın bir kenarını yarım aralayarak üflediğim nefesimle ağzıma dolan yağmur sularını ötelemeye çalışıyor, bir kolumun dirseği ile hem gözümü koruyup hemde aralıklarla ıslak saçlarımdan yüzüme akan suları siliyordum. Ufukta çakan şimşeklerin ardından büyük homurtular çıkaran bulutların gürültüsü beni iyice korkutmuş olmalı ki; kedimi bir ağacın altında bir kolumla ağacı sarmış vaziyette beklerken buldum. Aklım hala okula geç kaldığımda idi. Acaba bu yağmuru mazeret gösterip “Öğretmenim yolda yağmur çok yağdığı için gelemedim bir ağacın altında beklemek zorunda kaldım. O yüzden geç kaldım” deyince beni affederler mi diyerek kendimi avutuyor, bir yandan da “ ama yağmur geç başladı sen kalktığında yağmıyordu ki” diyerek yine kendime cevap veriyordum.

   Kendi mazeretime yine kendimin verdiği cevap içimi burktu; kendimi birden yolda koşarken buldum. Lastik ayakkabılarımın birkaç kez çamurda takıldığını ve onları geri dönüp aldığım dışında bu yolu aşıp okula nasıl geldiğimi hala hatırlamıyorum. Hatırladığım ve ömrüm boyunca unutamadığım hadiseler koridor başında otururken birisinin bana doğru gelmesiyle başlayan olaylardır…

   Yağmurdan öylesine ıslanmış rüzgardan öylesine üşümüştüm ki; okul koridorunun başında yere çömelmiş, omuzlarımı öne doğru çekmiş, boynumu kısmış, vücudumu küçülterek ısınmanın derdine düşmüşken bana doğru yaklaşan ayak sesleri korkularımı yeniden uyandırdı. Korkunca en kötü ihtimaller gelir insanın aklına; işte bende gelenin müdür olduğunu ve geç kalmamdan dolayı kızarak beni cezalandıracağını zannettiğimden istem dışı titremelerim arrtmıştı. Yanılmıştım, yanıma gelerek” Ne oldu sana böyle çocuğum hadi kalk” diyen sınıf öğretmenimizdi. Kolumdan tutarak beni oturduğum yerden kaldırırken ben yinede öğretmenimin beni müdüre götüreceğini zannettiğimden yürürken müdüre söyleyeceğim mazeretlerimi hızlı bir şekilde düşünüyordum.

-Annem beni uyandırmadı o yüzden geç kaldım öğretmenim.

-Gelirken yağmur yağdı, yürüyemedim öğretmenim.

-Defterim  arkadaşımda kalmıştı, almaya gittim o yüzden geç kaldım öğretmenim..

    Öğretmenimle birlikte koridor boyunca yürürken sınıfımızın hizasına gelince birden dönüp sınıftan içeri girdik. İşte bu dönüş benim için hayatımdaki belli başlı dönüm noktalarının ilki oldu. Öğretmenim beni sınıftaki sobanın yanına oturtarak üstündeki yeşil mantosunu çıkarıp bana sardı. “Burda biraz ısın üstün başın kurusun sonra derse devam edersin” dedi. Bütün korkularım gittiği gibi öğretmenimin mantosunun içinde bir huzur, bir güven doldu içime. Kafamdan aşağı üzerime örttüğü mantonun yüzüme gelen kısmını aralayarak bir yandan ısınmaya çalışırken bir yandan da ders anlatan öğretmenimi gözlerimle takip ettim. Ne konuştuğu ne anlattığı umurumda değildi. O sınıftaki sıraların arasında bir melek gibi geziniyor, bende gözlerimle onu seyrediyordum. Seyredip hayran oluyor, her hareketini her adımını içimdeki duyguları coşturan bir deniz dalgası gibi içime çekiyordum.

  O yeşil mantoyu hiç unutmadım. Yakasını, düğmelerini, düğmelere karşılık gelen halkaları, belindeki kemerin tokasını ve bütün narin yeşil tüylerini…

  Ne zaman bir okul koridoru veya resmi daireye girsem bana doğru  yeşil mantolu bir öğretmen gelir ve alır götürür beni sıcak sobanın başındaki huzurun merkezine,gönül otağına..

    (Not: Hikaye; Eğitimci yazar Vehbi Vakkasoğlunun bir konferansında anlatılan gerçek bir olaydan uyarlanmıştır.)


YORUM EKLE