Son mesaj - Gönderen: Recep Ergin - Salı, 01 Kasım 2011 23:40
Sitemizin yeni hali www.gumushane.gen.tr/v2 adresinde test edilmektedir. Lütfen belirli aralıklarla ziyaret ederek, yaşadığınız aksaklıkları ve önerilerinizi admin@gumushane.gen.tr adresinden veya buradaki formdan bize bildirin.
Köşe Yazıları Bölgesi

Köşe Yazıları->Ceyhun BOSTAN->BÜYÜK SATRANÇ TAHTASI [ Arama ]

BÜYÜK SATRANÇ TAHTASI
Başlık BÜYÜK SATRANÇ TAHTASI
Açıklama -
Siteye Ekleyen Recep Ergin
      Ortadoğu… Dünyada semavi dinlerin doğduğu, tarih boyunca birçok kanlı savaşlara ve hakimiyet mücadelelerine sahne olan,  zengin enerji kaynakları ile sömürgeci Batı ülkelerinin hep ilgisini çekmiş dünyanın kalp sahası. Özellikle son 70-80 yıldır barışın ve huzurun adeta pamuk ipliğine bağlı olduğu coğrafya;

     Ortadoğu’nun beşeri ve siyasi tarihi çok eskilere dayanmaktadır, hatta insanlık tarihi kadar eskidir desek pek de abartmış olmayız. Birçok dindeki inanışa göre özellikle semavi dinlerde birçok peygamberin burada yaşamış olduğu anlatılmaktadır. Bu bakımdan Ortadoğu dünyanın hiç  bir yerine benzemez. En eski uygarlıklar burada kurulmuştur. Tarih boyunca İbraniler, Kenaniler, Asurlar, Babiller, Fenikeliler, Sümerler, Persler, Büyük İskender İmparatorluğu, Roma İmparatorluğu, Emeviler, Abbasiler, Memlükler ve Osmanlı Devleti  gibi bir çok devletin ve medeniyetin yaşadığı Ortadoğu, bünyesinde doğmuş olan üç büyük semavi dinin manevi geleneğinden kopartılmış bu gün sadece çatışmalarla anılan, istikrarsızlığın ve huzursuzluğun kronik hale geldiği, adeta insanların kavga etmekten hiç  yorulmadığı bir bölge olmuştur. Küresel santrancın en önemli hamlelerinin yapıldığı yer olarak Ortadoğu ilerisi için çok daha büyük kaos ve karışıklıkların “geliyorum” dediği bir yerdir. Oyunun kuralları tekrardan yazılmakta, değiştirilmek istenmektedir. İşin acı tarafı oyunun içerisinde bölgenin asıl sahipleri olan Ortadoğu halkları yoktur, ve birileri onlar adına onlara rağmen ve onlar üzerinde  oyunlar oynamaktadırlar.

     Dünya politikasında küresel bir oligarşi uygulayan ABD ve onun taşeronu gibi çalışan NATO, BM gibi tarafsızlığı herkesçe malum! teşkilatlar Ortadoğu’daki  bazı örgütler ve grupların hatta devletlerin; terörün, geriliğin ve tüm antidemokratik yapıların temsilcileri olduğu ve yok edilmesi gerektiği iddiasıyla sudan bahanelerle bu bölgeye anti terör operasyonları düzenlemektedirler. Afganistan belki de bunun ilk ayağı idi. İkinci ayağı Irak oldu. Gidişat göstermektedirki sıra daha sonra öbürlerine de gelecektir. Zaten Condelezza Rice’ın da dediği gibi bu plan doğrultusunda 22 ülkenin haritaları değişecektir. Bu ülkelerden birinin de Türkiyemiz olduğu bir gerçektir. Ama ne hikmetse başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan Büyük Ortadoğu Projesinin eş başkanıdır. Bu çelişkiyi anlamak gerçekten mümkün değildir. İşin ilginç tarafı geri planda gibi görünen fakat aslında bu operasyonlara ve “Büyük Ortadoğu Projesi” olgusuna en çok destek veren devlet aslında İsrail’dir. Olayları tarihsel süreç içerisinde derinlemesine ele alındığımızda orta doğudaki huzursuzlukların iddia edildiği gibi “İslami terör” tehtidinden değil de bölgenin Batı dünyasınca en çok desteklenen en güçlü ve aynı zamanda da suçlu ülkesi İsrail’den kaynaklandığını görüyoruz. Aslında barış önündeki en büyük engel İsrail’in resmi politikasını teşkil eden ve kuruluş temellerinin ilham kaynağı olan “Siyonizm” ideolojisidir. Yani İsrail Siyonist temellere göre kurulmuş bir devlettir ve hangi şart ve durumda olursa olsun Siyonist politika ve çevresine karşı geliştirdiği saldırgan manevralar devam edecektir. Bu da göstermektedir ki İsrail var olduğu sürece barış hayaldir ve aslında İsrail kalıcı barışı hiçbir zaman istememiştir. Barış onlar için Siyonist ideallere ters düşen bir olgudur.

DR.HERZL VE SİYONİZM

     Siyonizm, ana hatları ile Yahudi milletini kendi “Vadedilmiş toprakları” olarak saydıkları bölgede toplayarak “Büyük İsrail Devleti” idealini gerçeğe dönüştürmektir. Özellikle 19. yüzyıl sonlarından itibaren Avusturya asıllı bir Yahudi olan Dr. Teodore HERZL önderliğinde siyasallaşma sürecine girdi ve dünya gündemini meşgul eden bir sorun haline geldi. 1897’de İsviçre’nin Basel kentinde ilk Siyonist Kongresi toplandı ve hangi esaslara göre hareket edileceği, Siyonizm’in geleceği tartışıldı. O dönemde Osmanlı Devleti hakimiyetindeki Filistin’i satın almak isteyen Yahudiler Dr. Herzl önderliğindeki bir heyetle Sultan II.Abdülhamit Han’ı ziyaret etti ve Filistin’in belli bir bölümünün satılması karşılığında bazı vaatlerde bulundular. Fakat Abdülhamit Han bu rüşvetleri kesinlikle reddetmiştir. Davalarında tam ümitsizliğe düşmüşken Yahudiler’in imdadına  I. Dünya Savaşı yetişti. Osmanlı hakimiyetinden çıkan bölgeye daha sonra İngilizler hakim oldu. Tabi ki bu Yahudiler için İsrail devleti hayali adına tarihi bir fırsattı. I. dünya savaşından sonra bu fırsatı değerlendirerek İngilizlerin de ses çıkarmamasıyla Yahudiler bölgeye büyük bir göç hareketi başlattılar. I. Dünya savaşının Yahudilerin işine bu derece gelmesi savaşın gizli sebepleri altında onların da parmağı olduğu tezini güçledirmiştir. 1939 yılında İngilizler bu kontrolsüz göç hareketini önlemek için bazı tedbirler aldı. Fakat buna rağmen Avrupa’nın çeşitli yerlerinden kaçak olarak Filistin’e göçler söz konusu oldu. Özellikle Adolf Hitler’in Almanya’daki “antisemitist” (Yahudi aleyhtarı) tutumu Yahudileri ortak irade ile hareket etme düşüncesine götürdü ve Filistin’e olan Yahudi göçünde patlama oldu. Bunda dönemin şartları ve İkinci Dünya Savaşının getirdiği karışıklık ve kaos ortamından Yahudilerin iyi yararlanmasının da rolü oldu. Bu açıdan bakıldığında II. dünya savaşının da Yahudilerin işine geldiğini söylemek pek zor değildir. Hatta Yahudi asıllı Adolf Hitler’in Yahudiler’e uyguladığı baskı ve şiddetin, Yahudiler’i zorla göç ettirmek istemesinin, Ortadoğu’daki Yahudi nüfusunun artmasına katkısı olduğunu da söylenebilir. Demek ki Hitler Yahudilere kötülük etmiş olmakla beraber aslında Siyonizm’e en büyük iyiliği etmiştir. Aynı zamanda “Yahudi Soykırımı” söylemi ile Yahudiler dünya kamuoyunda kendileri lehinde bir masumiyet rüzgarı estirdiler ve nihayet Nisan 1948’den itibaren İngiltere bölgeden çekildi.
14 mayıs 1948’de Tel Aviv de toplanan Yahudi Milli Konseyi İsrail devletinin kuruluşunu ilan etti.

ORTADOĞU’DA SONRAKİ SÜREÇ

      İsrail devletinin kurulmasıyla Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Irak orduları İsrail üzerine yürümeye başladı. 1948-49 Arap-İsrail savaşı İsrail’in galibiyeti ile sonuçlandı. Yüzlerce yıllık büyük Siyonizm hayali bu şekilde gerçekleşmiş oluyordu. Bu tarihten sonra Arap dünyası kendi içinde İsrail’e karşı ortak hareket etme düşüncesiyle bir araya gelmeye çalıştı ve bu ülkelerde Arap milliyetçiliğine dayanan “Baas” rejimleri egemen oldu. Baasçı rejimler antisemitizm (yahudi alehtarlığı) ve pan-arapizm fikrine dayanmakla birlikte komünist ve sosyalist renkler de taşımaktaydı. Bu da özellikle Sovyetler Birliği’nin genelde Arap ülkelerinin yanında yer almasına, ABD’nin ise İsrail’in müttefiki gibi davranmasına neden oldu. ABD içerisindeki Musevi cemaatinin Yahudi lobisinin gücünü düşünürsek bu zaten ABD için zorunluluktu. Bu zorunluluğun sonraki süreçte de devam ettiğini söyleyebiliriz.

      1956 yılındaki Arap-İsrail savaşında da ABD’nin desteği ile İsrail tekrar galip geldi, 1967 de ise Arapların saldırısı ile başlayan 67 savaşını da İsrail kazandı. Devlet başkanı Cemal Abdülnasr idaresindeki Mısır 1973’te İsrail’e baskın düzenleyerek bir kabus yaşattıysa da ABD’nin desteği ile yeniden toparlanan ve en az zararla bu baskından kurtulan İsrail, Camp David anlaşmaları ile bölgede avantajlı bir duruma geçti ve rahatladı. Mısır bu tarihten sonra Cemal Abdülnasır’ın yerine devlet başkanı olmuş olan  Enver Sedat’ın nisbeten ılımlı politikasıyla Ortadoğu’daki İsrail karşıtı cepheden çekildi. Bu süreç  Arap dünyasının İsraillilere karşı başarısız olduğunu göstermektedir. Ufacık İsrail’in  4-5 devlet ile birden baş edebilmesinin altında  Siyonizm’e çok bağlı olmaları, fikirlerine büyük bir taassupla inanmış olmalarının rolü büyüktür. Tabi ki ABD’nin gizli ve açık desteğini de unutmamak gerekmektedir. Buna karşılık Araplar tam birlik gibi görünseler de “fikir adamı” çıkarmakta bile çok zorlandıkları bir gerçektir. “Baas” rejiminin yani pan-arapizm düşüncesinin fikir babasının bir Yunan Ortodoks’u olan Michel Aflaq olduğunu düşünürsek Arapların ideallerini sağlam temellere oturtamadıkları bir gerçektir.

        1960-1985 yılları arasındaki süreçte Arap ülkelerinden Yemen, Ürdün ve Lübnan gibi ülkeler iç savaşlar ile uğraştılar, bunun yanında Irak-İran savaşı gibi bunalımlı dönemler de İsrail için bir avantaj oldu. Bu buhranların altında ise bazılarına göre İsrail istihbaratının ve işbirlikçilerinin rolleri olmuş İsrail bu ülkeleri içten içe karıştırmıştır. Yahudilerin istihbarat, gizlilik, suikast ve zehirleme teknikleri konularındaki başarısı ve tarihi deneyimleri bu tezi güçlendirmektedir. Bu gibi faktörlerden dolayı İsrail dışındaki diğer ülkeler sadece İsrail ile değil kendi içlerinde ve birbirleriyle de mücadele etmek zorunda kaldılar, sürekli siyasi ve ekonomik istikrarsızlıklarla mücadele ettiler. Buna karşılık İsrail’in durumu daha iyiydi. Niçin savaştıklarını, ne yaptıklarını bilen bir güç olarak üst düzey yöneticileri değişse bile devlet politikası değişmedi. Zaten İsrail’in 60 yıllık tarihine baktığımız zaman bütün siyasi liderlerinin asker kökenli olduğu görülür. Dolayısıyla bu, devlet politikasına direkt olarak yansımıştır. Bu asker kökenli yöneticiler iç ve dış politikada her zaman şahindirler. İsrail devleti ve halkı tüm çevresi tamamen düşman müslüman bir dünya ile çepeçevre sarılı olduğu için refleksif olarak saldırgan bir politikayı her zaman daha fazla ön plana çıkardı. Bunun yanında Arapların politik zaaflarından ve  homojen olmayan hassas sosyo- kültürel, mezhepsel yapılarından sinsice çok iyi yararlandılar. Bu hala devam etmektedir. Söz konusu bu şahinlerin kendileri dışındaki dünyaya bakış açıları ise fanatik ırkçı bir fikriyata dayanmaktadır. Bunlara göre İsrail’in “vadedilmiş” sınırları Nil’den Fırat’a değil Nil’den Antalya’ya ve Konya’ya kadar uzanmaktadır. Her ne pahasına olursa bu amaç gerçekleştirilmelidir. Bu ideal uğruna ne kadar insanın öldüğü , katledildiği önemli değildir. Önemli olan “Büyük İsrail” idealinin gerçekleştirilmesi ve “Yahudi Dünya Krallığının” kurulmasıdır. “Muharref” (bozulmuş) Tevrat’a göre Yahudiler seçilmiş ırktır. İnsanlığın efendisidir. Diğer insanlar hangi dinden, hangi milletten olursa  olsun aşağıdır, onların hizmetinde olan köle olarak yaratılmışlardır.  Bütün bunlar göstermektedir ki Ortadoğu’daki kaosun ve kronik hale gelen savaş ve huzursuzlukların asıl nedeni iddia edildiği gibi “küresel islami terör” değil İsrail’in varlığıdır. İsrail devleti kurulduğundan beri bu kaos böyle süregelmiştir.

ABD’NİN HESAPLARI VE MİTOLOJİ

      Şu anki dünya konjonktürüne baktığımızda bize fazlasıyla mitolojik gelen bazı fikirlerin devletlerin politikalarını nasıl etkilediği gözümüzden kaçmaktadır. Mesela önceki ABD başkanı George W.Bush’un “Evanjelik” denilen bir Protestan Hıristiyan cemaatine bağlı olduğu ve bu tarikatın ABD’nin Ortadoğu politikasını yönlendirdiği bilinmektedir. ABD’deki konuyla ilgisi olan bazı uzmanlar evanjeliklere “Tanrıyı kıyamete zorlayanlar” demektedirler. Bunlar Ortadoğu’nun geleceğini kendi mitololojik inançlarına göre şekillendirmek istemektedirler. Evanjeliklere göre Ortadoğu’da her zaman kaos hakim olmalıdır. Büyük otorite boşlukları, savaşlar ve siyasi istikrarsızlıklar körüklenmelidir ve “son kutsal savaş” tan (armageddon) sonra Kudüs merkezli büyük Yahudi devleti kurulmalıdır. ABD’nin sayısı az olan bazı istisnalar hariç gelmiş geçmiş tüm üst düzey yöneticileri de bu tür fikirleri savunan veya Ortadoğu’da İsrail orjinli politikalara destek veren ve Yahudi lobisi etkisinde dernek ve düşünce kuruluşlarının desteklediği  yöneticiler ve siyaset adamları olduğu bir gerçektir. Zaten yeni başkan Barack Obama’nın da arkasına Yahudi lobisinin gücünü alarak başkanlığa geldiğini görmekteyiz. Yani Obama’nın seçilmesiyle dünyada oluşan olumlu hava ve barış adına beliren umut etkisini fazla sürdüreceğe benzememektedir. Obama’dan verdiği olumlu mesajları fiiliyata yansıtmasını bekleyen çevrelerin hayal kırıklığına uğraması ise kuvvetle muhtemeldir.

      Geniş soluklu düşündüğümüzde ABD’nin Ortadoğu’daki amacının sadece petrol ve ekonomik çıkarları olmadığını en önemli amacının İsrail’in varlığı ve güvenliği olduğunu, onunda ötesinde Ortadoğu’nun  haritasını İsrail’in istediği ve öngördüğü haliyle şekillendirmek istediğini kabul etmemiz gerekir. Aslında ABD’nin günümüz şartlarında bölgenin yer altı ve yer üstü  zenginliklerini ele geçirmek için askeri müdahaleye ihtiyacı yoktur. Şu anki küresel-emperyal yapıda bunu zaten bir şekilde yapmaktadır. Fakat aslında amaç İsrail’in istediği şekilde bölgeye yerleşmektir.

      İsrail’in istediği Ortadoğu kendisi dışında siyasi olarak, çok bölünmüş, hatta ilk çağdaki site devletleri gibi atomize edilmiş, kolayca kontrol edilebilen federatif bir yapıdır. Bunun için İsrail ve ABD bölgedeki ırksal ve mezhepsel farklılıklardan doğan anlaşmazlıkları körükleyerek bu yönde bir niyetleri olduğunu ortala koydular. Özellikle Kuzey Irak’ta Kürt devleti veya federal bir Kürt örgütlenmesi aslında desteklenmektedir. Burada Barzani ve Talabani’nin çok farklı bir rolü oldu. Bu kişilerin İsrail ile sıkı sıkıya fakat gizli ilişkileri daha öncelere hatta Mesut Barzani’nin babası olan Molla Mustafa Barzani’ye kadar gitmektedir. Bu da İsrail’in Kuzey Irak’taki Kürt yapılanmasına destek verdiğini kanıtlamaktadır. Musul ve Kerkük gibi iki önemli petrol bölgesine Kürtler aracılığıyla sahip olunacaktır. Sonuçta Irak en az üç parçaya bölünmelidir. Batının eskiden beri üzerinde durduğu, önceki dönemlerde “şark meselesi”; şimdi “Büyük Ortadoğu Projesi” denilen strateji bu günde görmekteyiz ki bölgeye ancak kan, vahşet, gözyaşı ve ölüm getirdi. Soğuk savaş dönemindeki “komünizm” tehlikesi bertaraf edildikten sonra şimdiki düşman ve tehlike “İslam terörizmi”dir. Yani asılanda İslam’dır. Afganistan harekatından önceki Usame bin ladin’ in varlığı ve 11 Eylül saldırılarından sorumlu tutulması bahanedir. Sonraki Irak savaşı öncesinde Irak ordusunun nükleer ve biyolojik silahları  tehlikesinin de safsata olduğu ortaya çıkmıştır. Bir süredir İran’ın nükleer faaliyetleri söylemleri konuşulmaya tartışılmaya devam etmektedir. Bu da göstermektedir ki ABD’nin amacı bölgeyi demokratikleştirmek ve özgürleştirmek değil daha fazla kaosa ve karışıklığa sürükleyerek kendi emperyalist amaçlarını gerçekleştirmek ve İsrail’e karşı tehdit olabilecek güçleri ortadan kaldırmaktır.

SU HIRSIZI İSRAİL

        Ortadoğu için ileriki dönemlerde “su” sorunun da gündemde olabileceğini düşünürsek bölge ileride çok daha büyük çatışmalara ve kaosa gebedir. Bölgede su sıkıntısı çeken ülke sayısı çok fazladır. İsrail’in geçtiğimiz aylarda düzenlediği Gazze operasyonlarında aslında kilit önemi haiz bazı su rezervlerini de kontrol etmek istediği anlaşıldı. Suriye ile aralarındaki en büyük sorun olan Golan tepelerinin İsrail tarafından aslında su için işgal edildiğini herkes bilmektedir. Filistinde mevcut su kaynaklarının kullanımına baktığımızda İsraillilerin Filistinlilerden 4 kat daha fazla su kullandığını görebiliriz. İsrail Batı Şeria ve Gazze Şeridindeki suyun %60 ını elinde tutmaktadır. İsrail uluslar arası anlaşmaları ihlal ederek daha derine sondaj yapıp Filistinlilerin sularını da çalmakta ama suya olan açlığı hala bitmemektedir. Bu bağlamda bölgenin su açısından en rahat ülkesi Türkiye bu avantajını iyi değerlendirebilirse çok farklı kazanımlar elde edebilir. Fakat dikkatli davranılmazsa, mantıklı ve akıllı hareket edilmezse Türkiye çok farklı çekişmelerin ve kaosun içine de çekilebilir. Yani gelecekteki muhtemel çekişmelerin adı “su savaşları” da olabilir.

       Sonuç olarak ABD ve dünyanın kaderini ellerinde tuttuklarına inanan güçler Ortadoğu’yu ve dünyayı büyük bir kaosa ve karışıklığa sürüklemektedir. ABD’nin ve İsrail’in bölgedeki manevraları ne yönde olursa olsun hiçbir zaman bölgede huzur olmayacaktır. Büyük Ortadoğu projesinin amacı aslında ABD’nin küresel  hegamonya düşüncesidir. Aynı zamanda Büyük İsrail projesidir. ABD, güçlü küresel İsrail lobilerinin taşeronu olarak bölgeye gelmiştir. Büyük Ortadoğu projesi vahşet ve şiddet vaad etmektedir. Çözümsüzlüğü de barış olarak sunmaktadır. Fakat yazar Atilla İLHAN’ın da dediği gibi “Amerikalılar dünyayı filmleri gibi sanıyorlar, kendi çektikleri filmlerde hep kendileri kazanıyorlar. Zannediyorlar ki her yerde öyle olacak.”
Oyu Puanı: 3 - Ortalama: 5

Yorum Gönder Değerlendir Yazdır
Yorumlar

Bilgiler
Burda 2491 Köşe Yazısı Kayıtlı
Enfazla Bakılan: TARİMİZDEKİ KAHRAMAN KADINLAR...
Enfazla Değerlendirilen: TEKNOLOJİ VE İNSAN

Köşe Yazıları Bölgesini Gezen: 16 (0 Kayıtlı Üye 16 Ziyaretçi ve 0 Bilinmeyen Üye)
Görünen üyeler: 0


 


MKPortal M1.1.1 ©2003-2006 mkportal.it
Bu safya 1.31231 saniyede 15 sorguyla oluşturuldu