

KÖYÜ OLMALI İNSANIN
Hepimiz köy insanıyız. Hepimiz bir tandırın kenarında hasırların üstüne serilen yer yün yatağında elleri nasırlı, yüreği kahırlı anamızın bin bir meşakkatle dünyaya getirdiği çocuklarız. Ve hepimiz gözümüzü sefalete, gönlümüzü merhamete açmışız o yokluğun alnımıza mıh gibi çakıldığı yıllarda.
Belki çok şeyimiz yoktu ama öylesine sağlıklı ve öylesine mutluyduk. Dağlar, yemyeşil çayırlar, abı hayat gözeler ve kocaman gökyüzü bizimdi. Yanaklarımızdan kan damlardı adeta. Yalınayak basardık kıraç toprağın üzerine. Belki güzlük ekmeğine lor katık ederdik ama değme ızgaralara değişmezdik mütevazı azığımızı.
Anamız bir yandan bizlere bakarken diğer yandan evimizin diğer meşakkatli işleri ile uğraşırdı. İki direk arasında gerili yayığı ayağı ile çalkalarken diğer yandan tandırı yakmanın hesaplarını yapardı. Birkaç geven ile tutuşturduğu tandırım kara dumanında adeta bizler tilki boğulur hesabı gözlerimizden adeta kan damlardı.
Her sabah ağıldaki koyun ve keçiler çobana katılırdı. Biz çocukların görevi idi bu ve bizler bunu severek yapardık. Çayırları biçen babamıza sitil içinde katıklı çorbayı taşımak da biz çocukların görevi idi. Otları bağlamak, öküz arabalarına yüklemek ve o tekerlerin cızırtıları altında mereklere taşınan otların üstünde oturmanın keyfi bir başka olurdu.
Ve ahhhh o yonca ve otların kokusu yok mu bir başka mest ederdi bizleri. Mereğin üstünde önce otu ardından kendimiz atardık otların üstüne.
Evin kızları hacatı omuzlarına atmış köyün orta yerindeki pağardan su getirmek için seğirtirdi. Anamız şansımıza bugün akşam yemeğinde lor dolması sarmış tandırın içinde güveç içerisinde kızarmaya başlamıştı bile.
Ve akşam yemeği tandırın üzerinde kocaman siniye dizilirken ev halkı kerizde ellerini yıkamış yemeğin başına sıralanmıştı bile. Nar gibi kızarmış somundan kestiği lokmaları babamız bizlere uzatırken tahta kaşıklarımız ardı ardına ortada kocaman çiçekli sahandaki katıklı çorbaya girip çıkmaya başlamıştı bile.
O yıllarda ne televizyon vardı ne de radyo. Daha doğrusu radyo vardı da bizde yoktu. Tek eğlencemiz abamızın hemen her akşam yatmadan önce bizlere şoşarta şoşarta anlattığı alkarılı hikâyelerdi.
Biz o hikâyeleri ağzımız açık hayranlıkla birazda korku ile dinlerken anamız sac üstünde gavurga ile meşgul olurdu. Diğer yanda gavut yemeğin üzerine yenen baklava niyetine tatlımız olurdu her daim.
Çayın yanında gavurgaları çerez niyetine midemize postalarken gün bitmiş yün yatakları hasırların üstüne yavaş yavaş inmeye başlamıştı bile. Ve her birimiz yün yatağına girdiğinde toprak damlı evimizin hapenk penceresinden yıldızları sayarak uykuya dalardık.
Ve çilli horozun gür sesiyle başlardık yine bir sabaha. Aynı senaryo döner dururdu mütemadiyen. Salı günleri yolunu gözlerdik Akhisarlı Deli Fayık’ın çift kabin kamyonunun. Kasa kasa domatesler, kocaman bir karpuz, un, yağ ve diğer nevaleler inerdi kamyonun kasasından.
Evet, köyü olmalı insanın. Yine tandırlar olmasa da ocakları tütmeli bacaların. Gürül gürül akan derelerde çimmeliyiz yine eskisi gibi. Kuzukulağı, yemlik koparmalıyız çayırlardan. Göze suyundan çay demlemeliyiz çoban ateşinde. Kuzu göbek mantarlarına basarak tuzu vermeliyiz teneke kapağın üzerine sıra sıra.
Ve yine harmanlar kurulmalı. Yabalar savurmalı altın başak buğday tanelerini. Diğer yandan patos taka tuka sesleri ile inletmeli dört bir yanı. Velhasılı köyü olmalı insanın. Vesselam.