Geçmişe yolculuk

Çocukluğumdan üniversite tahsili yaptığım dönemler dahil, her yaz Yaydemir de olurduk.... Babamın arıları, evin önünde ki, dua edelim kırağı düşüp te (rakım 1800 olunca) donmasın dualarıyla büyütülen sebzeler ve meşhur, çocukken körpe (kuzu, gıdık ve buzağılar) büyüyünce köyün mal çobanlığı... Sıra dedemde ise, kim gider çobanlığa, Ahmet, yani kardeşiniz asıl başrol olmak üzere, bazen Alper nadiren de diğer köylerde ikamet eden kuzenlerden bazıları. Veya babamla ben, veya amcamla ben... Çobanlık ruhta var neylersin... (Bir de bayramlarda sıra mutlaka dedeme gelir, düşünün çocuklar şeker toplasın, sen dağda çobanlıktasın) En sevdiğim körpe çobanlığı idi, ahhh o koreş sineği de olmasa... Sabah erken kalkılır, mükellef kahvaltı, elde bir değnek, yalloz gıdıklar önde, masum kuzular arkada ve kısmen sabah serininde biraz da uyuşuk buzağılar arkada... Kısmen çıngırak sesleri ile dolan dere içlerinden, önce eksiper, tutiya çayırı, oradan gurnia, sonra garipler mezarı ve öğlen yayla... Öğlenden sonra az önce ismi yazılı yerlere biraz taşın dibi mekanı eklenir ve gün aşmadan köye dönüş... Taşın dibi dediğime aldanmayın, tahmini kuş uçuşu 60 km ötede Abdal Musa tepesi, Ali taşı, Ecel taşı, Ağtaş manzaraları da kapsamı alanında... Bu kadar mı, vadiler, köyler, ormanlar, dereler ve sol cenahta Torul vadileri ve Zigana dağları... Bugün para istesek bu manzaranın seyri için, verecek çok tanıdığım var...   

Öğlen için boyun çantana konulan bir kaç kanzi (dilim) kuru ekmeğe eşlik eden buynu bükük deleme (peynir), şanslıysan bi kaç salatalık ve hafif kabuğu buruşmuş domates... O da sabahtan öğlene ezilmediyse... Su mu, o her yerde var... Akşam elbet acıkarak dönerdik... Gavudolması, dövmeç, çay, peynir vs... Süt nenemin çobanlığında akşam çobanlık sonrası kurulan sofralar en güzeliydi... Yiyin oğul, yiyin oğul ısrarları halen kulağımda... Toprağı bol olsun. 

Aslolan ve hiç anlamadığım, yukarıda bahsettiğim KOREŞ sineği... O masum ve sabahın uyuşuk buzağıya bakarsın, buzağı önce ağzında ki ot çiğneme dahil, tüm hali ile, gözler, kuyruk ve tüm vücut dahil kas katı kesilir... Sonra bir kaç yer teknesi ve havaya çiftelerden sonra, sanki sabah uyuşuğu o değilmiş gibi, yaydan fırlayan ok misali bir sağa bir sola koşar, ama ne koşma. Kana KOREŞ girmiştir bir kere... En sonunda bir gölge bulup sığınır... İşte o anda çoban duaya başlar, Allahım kayanın ucuna gitmez ya da sürüden ayrılmaz inşallah... Şanslıysanız sadece 1 danaya girer KOREŞ... Eğer 5,6 danaya girmişse Mevla yardim etsin... Kim bilir nereden toplarsınız sürüyü... Birkaç keresinde, köyün 3-5 km uzağında buzağı aramalarımız halen aklın köşesinde durur.

KOREŞ, büyükçe bir kan emici sinek, ısırıldığında koca koca boğaları bile dörtnala koşturan haşerat... Sabahları, inşallah çok sıcak olmaz da danalara KOREŞ girmez diye dua ederken, bir yandan da, sıcak olmasa, öğlen bu hayvanlar dinlenmez ve daha çok yorulurum ikilemleri arasında çıkılan çobanlık zamanları... Hava güneşli ise, KOREŞ ile imtihanımızı anlattım, soğuk ve yağışlı ise, ki ihtimal daha çok, nenemin, al yanına parkayı, sıcak olursa atar üstüne oturursun tavsiyeleri ile genelde ıslanmazdık... Fakat ıslanmamak sadece küçük bir iyi taraf. Önce sis ve 2300 rakımda rüzgar, donarsın, içine işler... Kurt riski de çabası... Yavuz emimin tavsiyesi gelir hemen akla, kurt görürsen avaz avaz bağır... O zaman kurt korkusunun şimdilerde belgesellerde keyifle izlediğimiz hayvanlara dönüşmeşi, çocukluk ve bugün arasındaki muazzam çelişki bence... Genel de bu tip havalarda, peşimize bir büyük (anne, baba, amca) mutlaka gelir, onu görünce gece karanlığında yanan ışık misali , korku ile sarsılan küçük yüreğimiz cesaretlenirdi... Hemen bir şekilde ateş yakar, genelde bir geveni kurban eder ve gevenin mistik kokusunun üstümüze de sinmesi ile ısınırdık... Eğer şans sizi terketmişse, öğlen KOREŞ ile imtihanı yaşar, saat 15 den sonra da sis, yağmur ve soğuk ile cebelleşirsiniz... Bundan daha kötüsü mü, tam çobanlık biter, akşam yemeğini yersiniz, harmana diğer çocukların yanına koşturmaya giderken, benim guzu gelmediiiii, bulamayrım bağrışları... Başıma gelmedi şükür... Ama bir de geceleyin dağda kuzu arama işi de her an eli kulağında...

O zamanlar köyde çocuk olmak efsane bu zamandan bakınca. Park mı, park ve oyun alanı bütün köy. En çok yarışmayı severdik çoğu zamanlar. Bazen at ile bazen araba. Bazen de her ikisi ile. At, yular niyetine ucuna bir ip bağlanan fasülye çubuğu. Yular bir elde, çubuk bacakların arasından arkaya doğru, atı sürecek çubuk diğer elde. Ağızda dörtnala giden atın sesi, dıgıdık dıgıdık. Araba mı, o daha enteresan. Taze söğüt dallarından yapılan bir direksiyon kafi. Esnekliğinden faydalanarak birbirine dolayarak yapılan yeşil, kalın direksiyonlar. Motor sesi mi, ağızdan çıkan boğaz tırmalayan sesler, lastikler zaten bileklerin altında. Hep birden üç komutunu alınca, biraz da aşağı meyili olan kavuz kıranına doğru yarış başlar. Görenlerin, bu uşaklar nere koşuyorlar düşüncelerinin bilemediği, bizlerin damalı bayrağa, kavuz kıranının rüzgarına ilk kavuşana vereceğimiz birinci payesinden bi haber halleri. Nasılsa bizler, atın ve arabanın gücüne inananlardık. Nihayet biten yarışta rüzgara verilen bağırın huzuru, Edire, Karamustafa, Ecel taşı, Hasköy ve Abdal Musa tepesi manzarasında nefeslenme. Kimin atının kimin arabasını daha iyi geçtiğinin ince detayları ile köye dönüş. Atı cablamalara ipinden bağlayıp, poğarın soğuk suyuna ağız dayama. Burun üstleri güneş yanıklı çocuklardık ve ayakları kara lastikli. Öyle sahiplenmeler olurdu ki atları, sonrasında bir fasulyenin yanına toprağa saplanmasına gönül razı gelmezdi. Hele ocakta yakılırsa kahrolmamak elde mi?

Harmanda yapılan çift kale maçlar. Ne zaman alındığı bilinmeyen, patlak ve rengi değişmiş o muhteşem yuvarlağın peşinde koşmak. Ofsayt yok, üç korner bir penaltı, beş te devre on da biter maçları. Bazen yarıda kalmış ise maç, bilin ki top bostanlarda, patates yeşillerinin arasında kayıp. Ve akşam terli terli eve gidince yenilmesi muhtemel azara karşı, tekrar poğarda su ile akşam yıkanması. Akşamın Ali taşından batan güneş ile haber verildiği saatlerde evde tek tabağa kaşık sallama ve sonra istikamet yatak… Derin uykular. At ve araba olup koşulan yolların, ofsayta düşmeden yapılan maçların acılarının çıkması. Sabah mı ? hep aynı huzur.

Selam olsun, dağlara, çimenlere, gözelere... Selam olsun, yeni ışğın veren söğütlere ve fındık çalısından fasülye çubuklarına. 


Saygıyla ve sevgiyle kalın.

Ahmet UĞUR
Ahmet.ugur@bav.com.tr

YORUM EKLE
YORUMLAR
Nihat bağ
Nihat bağ - 5 ay Önce

Değeri kardeşim nede güzel anlatın eski günleri birda geri gelirmi benide beş yıl yetiştire değerli ve kıymetli baban ömrüm boyu ona duacıyım ben hasköy beyler makalesinden sizlere selam eder Allah'a emanet ederim