Gelincik Taşları Efsanesi (19)

Muhtar İhsan, derin derin öksürdü. Her zamanki gibi burnunu birkaç kez çekti, gırtlağını temizledi. Çevirmenin kapısına elini uzattı. Kapının sangısını kaldırdı, açtı. Akkoç en önde sürü hızla meleyerek suyun sesinin geldiği yöne doğru koşmaya başladı. Koyunların başlarındaki zillerin çıkardığı sesler Çit Deresinin sesini bastırıyordu. Nefesler tutulmuş, insanlar sanki soluk almıyorlardı. 

Çoban Ali’nin, gözleri sadece sürüdeydi. Kavalını kılıfından çıkardı. Köylüler bir ona bir de sürüye bakıyorlardı. Ali, kavalını ağzına götürdü. Yanık yanık bir ezgi çalmaya başladı. Çit Deresi sanki akmıyordu. Zaten az olan suyun sesini kaval sesi bastırmaya başladı. 

-Abla, dedi Elif.

-Sus, konuşma.

Akkoç, arkasında sürü ile dereye gittikçe yaklaşıyordu. Arkalarında bir toz bulutu bırakıyorlardı. Güneş tam tepede yaktıkça yakıyordu. Bir yanında Alaca, bir yanında Karaca oturuyordu çoban Ali’nin. Onlar da sürüyü takip ediyorlardı. Ali yanık ezgisini gittikçe daha da yanık çalmaya başladı. 

Sürünün dere kenarına birkaç adım kala çoban Ali kavalına öyle bir üfledi ki, Çit Deresi adeta akmaz oldu. Arkasına sürüyü alan Akkoç, suyun yanına geldi. Su içmek için başını dereye uzattı. Çoban Ali, bir kez daha acı acı üfledi kavalına. Alaca ve Karaca ulumaya başladı. Kaval sesine karışan ulumalar, Sonarların kayalıklarında yankılandı. Akkoç, başını kaldırdı, bir adım attı. Sürü de onu izledi. 

-Abla.

-Sus, konuşma dedim sana.

-Ama abla.

-Sus, sesi batasıca.

Akkoç, bir adım daha attı. Şimdi suyun içerisindeydi. Çoban Ali ise sürüye bakmıyor, gözlerini kapatmış yanık yanık çalıyordu. Derenin her iki yakasını mekan tutmuş köylülerin gözlerinden yaşlar kızgın toprağa damlıyordu. Topal Ömer, iki eliyle tuttuğu bastonuna başını koymuş sürüye bakıyordu. Sürünün yarısı Çit Deresinin suyu içindeydi. Akkoç, iki adım daha attı. Sürü de. 

-Geçecek.

-Evet.

-Böyle kaval çalanı görmedim.

-Ben de olsam bilsem ki susuzluktan öleceğim, su içmeden karşıya geçerim.

-Ben de.

Sürünün tamamı suyun içindeydi. Alaca ve Karaca ulumayı kesti, sadece kaval sesi duyuluyordu. Akkoç, başını bir kez daha suya eğdi. Ali olan biteni görmüyordu.

-İçecek.

-Başını eğdi.

-Sürü de.

-Çok tuz yediler.

-Çok.

-Güneş de yakıyor.

-Hem içi hem dışı yanıyor sürünün.

-İçecekler.

-Durmalarına bakarsan öyle.

Alaca ve Karaca havlamaya başladı. Akkoç başını kaldırdı. Kaval ve havlama sesinin geldiği kemer köprüye baktı, yürüdü, şimdi karşı yakadaydı. Suyu geçince yeniden durdu. Geriye dönüp baktı. Sürü de yavaş yavaş kendini karşı kıyıya atıyordu. Köylülerin şaşkın bakışları arasında sürü karşı yakaya içmeden geçmişti ama bir koyun geçmemekte inat ediyordu. 

-Bu koyun işi bozacak.

-Bozacak.

-Baksana inat ediyor.

-Geçmiyor karşıya.

-Geçmiyor.

-Su da içmiyor.

-Bence o da içmeden geçecek.

Akkoç, yeniden suya girdi. Sudaki koyunun yanına geldi. Kıç tarafından koyuna öyle bir vurdu ki hızla dereyi geçen koyun sürünün içerisine karıştı. 

Herkes derin bir nefes aldı. Şimdi sevinç naraları atılıyordu her iki yakada da. Topal Ömer, gözlerine inanamıyordu. O kadar tuzu yiyen bu sürü bu kızgın güneş altında su içmeden dereyi nasıl karşıya geçti. Ali’nin çaldığı kavalda ne hikmet var Allah’ım?

-Konuş şimdi kendi kendine. Gördün mü sürü nasıl karşıya geçti Topal Ömer?

-Gördüm hatun gördüm. 

Çoban Ali, kavalını ağzından indirdi. Kılıfına koydu. Alaca ve Karaca’nın başını okşadı. Ayağa kalktı. Bir alkış tufanıdır koptu. Sürünün su içmesini isteyen Haviyana’nın bekar gençleri ile Çitikebir köyünün bekar kızları da alkışa katıldılar. 

Gülşah da kız kardeşleri ile oturdukları yerden kalktı. Ali’nin yanına geldiler. 

-Beni ne kadar sevdiğini bir daha anladım Ali’m. Haydi ananın ve babanın elini öpelim.

-Öpelim. 

Yürüdüler. Alkış tufanı bir daha koptu. Topal Ömer, başını yasladığı bastonundan kaldırdı. Ali ile Gülşah’a bakıyordu. Oğlunun keramet sahibi olduğunu içinden geçiriyordu. Mucizelere inanırdı ama böyle bir mucizeye ilk kez tanık oluyordu. Sen o kadar tuzu ye, yakan güneşin altında pırıl pırıl akan Çit Deresinden karşıya bir damla su içmeden geç. Gözleri ile gördüğüne hala inanamıyordu.

Önce Ali öptü anası ve babasının elini. Gülşah, eğildi, Topal Ömer’in elini aldı, öptü alnına götürdü. Aynı şekilde Kezban hatunun da elini öptü. 

-Biz gidiyoruz, dedi duyulur bir sesle.

-Güle güle kızım, anana selam söyle. On gün sonra geleceğimizi de ilet.

-Olur ana, dedi ve kız kardeşleri ile geri döndü. Yıllardır tek bir taşı bile kopmayan kemer köprüden geçtiler. Sonarlar’a doğru giden rampa yola vurdular. Haviyana’nın kızları da onları takip etti. Çit Düzüne çıktıktan sonra köylerine aşacaklardı.

Topal Ömer de ayağa kalktı. Karısı Kezban hatuna döndü:

-Biz de gidelim hatun… Biz de gidelim.

Hala şaşkındı. Sadece o değil bütün köylüler şaşkındı. Çevre köylerden gelenler de gördüklerine inanamıyorlardı. Köylerine dönerken hala o sürünün su içmeden karşıya nasıl geçtiğine bir türlü inanamıyorlardı. Çoban Ali’nin çaldığı kavalın ne hikmeti vardı? 

-Yok arkadaş bu Ali… Çoban Ali ermiş ermiş.

-Bence de.

Xxx

Çoban Ali’nin sürüyü su içirmeden karşıya geçirmesini Sağır Sultan bile duymuştu. Kasabada Ali ile Gülşah’ın aşkı konuşuluyordu. Kahvehanelerde konu hep çoban Ali ile Gülşah’tı. Bir de Ali’nin çaldığı kaval. Alaca ile Karaca’yı da unutmuyorlardı. 

Günlerden Pazartesi’ydi. Haftanın ilk günü kasabanın pazarıydı. Köylüler bugünde köylerden akın akın kasabaya gelir haftalık ihtiyaçlarını alırlardı. Satılacak ürünleri varsa da pazar yerinde satarlardı. Köyünde yaptıkları tereyağı ile peyniri satmaya getiren bir kadın ile başka köyden gelen bir kadın konuşuyorlardı:

-Duydun mu bacı?

-Neyi?

-Çit’in çobanı tuz yedirilmiş sürüyü su içirmeden karşıya geçirmiş.

-Duydum duydum bacı duydum. Duymayan mı kaldı?

-Kız peri masallarındaki gibi çok ama çok güzelmiş.

-Öyle onu da anlata anlata bitiremiyorlar.

-Koyunlara kendi elleriyle tuz yedirmiş.

-He.

-Oğlan da çok yakışıklıymış. 

-Öyle bir kaval çalmış ki, başını su içmek için eğen koyunlar pişman olup başlarını kaldırıp karşıya geçmiş.

-Bir damla bile su içmemişler.

-Ağızlarını bile suya değdirmemişler.

Yan tarafta oturan başka köyden gelen ve peynir satan kadın söze karıştı:

-Yakında oğlanla kızın düğünleri varmış.

-He bacı öyle diyorlar.

-Kızın güzelliği dillere destanmış.

Kahveci Kadir’in kahvehanesinin önünde Asım Çavuş ile Rüstem Çavuş iki askerlik arkadaşı da aynı konuyu konuşuyorlardı çay içerken.

-Sen gittin mi Asım Çavuş?

-Yok gitmedim, bizim köyden gidenler oldu onlardan dinledim.

-Nasıl bir şey bu inanamıyorum.

-Bilseydim böyle bir mucize olacak görmeyi isterdim.

-Oğlan da çok iyi çobanmış.

-Evet. Bir yaz boyu köyün sürüsünü otlatmış bir tane zayiat vermeden herkesin malını aldığı gibi teslim etmiş.

-Evet, onu da duydum.

-Sana da böyle bir çoban lazım.

-Bilmem ki. Olsa iyi olur. Davet ederlerse düğünlerine gidip görmek istiyorum o delikanlıyı.

-Gör Asım Çavuş, gör de senin sürünün başına getir. 

Topal Ömer’in de ahşap yazıhanesi dolup taşıyordu. Anlatılanları bir de ondan duymak istiyorlardı. Her yazıhaneye gelen:

-Nazar değmesin, ne evlat yetiştirmişsin, deyip çayını içtikten sonra çıkıp gidiyorlardı. Topal Ömer ise daktilosuna bir kağıt takıp da tuşuna dokunmamıştı. Çay paraları hep cepten gidiyordu. Çalışma saatinin bitimine bir saat kala bir vatandaşa yazdığı dilekçeden aldığı para ile ancak ısmarladığı çayların yarı parasını kazanabildi. 

(Devamı var)

YORUM EKLE