Gelincik Taşları Efsanesi (2)

-Kızlar duydunuz mu?

-Neyi kız Şükran

-Neyi olacak, Ali köyümüzün çobanı olmuş.

-Hangi Ali kız?

-Hangi Ali olacak, Topal Ömer’in oğlu Ali.

-Deme.

-Hem vallahi hem billahi.

-Desene her sabah göreceğiz onu.

-Koyunları ben katacağım ona.

-Ben de kız.

-Ben de.

-Ben de.

Ali’nin köyün çobanı olması kısa sürede köye yayıldı. Onun çoban olması koyunları olan herkesi memnun etmişti. Köyde, Perihan kadın koyunlarını sürüye katmaz, her gün Ali yaylıma götürürdü. O nerede iyi bir otlak yeri var, bulur, koyunlarını oraya götürürdü. Akşama da eve dönerken, koyunların karınları sırtlarından aşar gibi tok gelirdi. 

-İyi oldu Ali’nin çoban olması, değil mi Naciye?

-İyi iyi hem de ne kadar iyi oldu.

-Başka yerden tanımadığımız bilmediğimiz çoban tutuluyor, doğru dürüst de otlatmıyordu.

-Onu bırak yaylak döneminde kaç tane çoban değiştiriyorduk. 

-Kaç tane koyunu kurtlar telef ediyordu.

-Hiç sorma. Geçen yıl gözüm gibi baktığım koçumu kurtta yem etmişti, kör olası çoban. Hala aklımdan çıkmıyor.

-Benim de iki koyunumu kurtta kaptırmıştı.

-Bakalım Ali ne yapacak?

-O iyi bekler sürüyü, hem otlakları da çok iyi biliyor. 

-He.

Ali, köye çoban olmanın mutluluğunu yaşıyordu. Artık onun da bir işi vardı. Para kazanacak, anasına babasına destek olacaktı. Rus işgali sırasında, Ruslara kurşun sıkarak karşı duran babası Ömer sol bacağından yediği Rus kurşunu ile yaralanmış, Ruslar, öldü diye bırakmışlardı babasını. O, zamandan bu yana ayağını nerede ise sürüyerek yürüyordu. O halde iken dur durak bilmeden kasabada, eski püskü tek odalı bir yerde Nuh nebiden kalma daktilo makinesi ile istida yazıyor, topallaya topallaya Tapu Dairesine gidiyor, Osmanlıca olan tapu kayıtlarını istek üzerine Türkçeye çeviriyordu. Aldığı üç beş kuruşla geçinmeye çalışıyordu. 

Ben de para kazanacağım. Üzerime güzel urbalar alacağım. Yırtık lastik giyinmeyeceğim. Çapulacı Hüseyin’e yırtık lastiklerimi yamalatmayacak, yenilerini alacağım. Babama, Kurt İsmail’den bir çift ayakkabı alacağım. Bana da alır, bayramdan bayrama giyerim. Anama da güzel bir entari ile yaşmak alırım. Onun çok emeği var bende. Kendi evladı gibi baktı büyüttü beni. Hiçbir şeyimi eksik etmediler. Ah, bir de anam ile babam bulunsaydı da mezarlarını ziyaret etseydim. 

Gümüşhane’de çok güzel kaval yapan Kadir usta varmış. Param kalırsa yeni de bir kaval alırım. Gerçi benim kavalım çok güzel. Almayabilirim de. Alaca ve Karaca ile sürüyü çok iyi bekler, kurda kuşa yem etmeyiz. Emanete çok iyi bakmak lazım. Köylünün bana olan güvenini boşa çıkarmamalıyım. Bizim köyün insanları çok iyiler. Bu yaşıma kadar daha birbirleriyle kavga edenleri görmedim. Bir arada çok güzel geçinip gidiyorlar. Birbirlerine de yardım ediyorlar. Ne güzel. 

-Ali!

-Buyur ana?

-Ne yapıyorsun orada?

-Hiç ana, oturuyorum.

-Gel hele.

Mabeyinde oturan anasının yanına gitti.

-Buyur ana.

-Baban, bunları muhtar emminle gönderdi. Giy bakalım ayaklarını sıkıyor mu?

-Ne gerek vardı ana. Ayağımdakiler idare ederdi.

-Giy oğlum. Ayağındakilerin altları delindi, yere basıyorsun.

Babam düşünmüş beni, dağ taş dolaşacağım, ayağıma bir şey batmasın diye yeni lastik aldı bana. Ben de aldığım ilk para ile ona bir çift ayakkabı alacağım. Hafta sonu babam gelecek, muhtarla kaç akçe alacağımı konuşacaklar. Ne alırsam, Allah yedi bin bereket versin. Acaba dayanabilecek miyim? Her gün her gün dağ taş, o mera senin bu mera benim dolaşmaya gücüm yeter mi? Yeter, niye yetmesin ki? Bizim koyunları otlatırken bir yaz boyu dolaşmıyor muydum, yine dolaşırım. Bu sefer koyunların sayısı fazla olacak. Kolay değil o kadar koyunu bir arada beklemek, otlatmak. Çok inattır koyunlar da Keçi inadından daha inattırlar, Keçinin de adı çıkmış. 

-Ne düşünüyorsun oğul?

-Hiç ana, acaba o kadar koyunu bir arada otlatabilir miyim diye düşünüyordum?

-Otlatırsın oğul, yanında Alaca ile Karaca varken otlatırsın. 

-Öyle de ana sana da zahmet olacak. Her sabah azık hazırlayacaksın bana.

-Düşündüğün şeye bak, bizim koyunları otlatırken başkası mı azık hazırlıyordu sana?

-Orası da öyle. 

-Alacağın paranı harcama, bak yaşın da geldi geçiyor. Yok mu köyümüzdeki bu kadar kızın arasından bir beğendiğin?

-Başka işin mi yok ana, boş ver.

-Boş ver demekle olmaz oğul. Benim yaşım ilerledi. Eskisi gibi çalışamıyorum. Bu eve bir gelin gerekli. Hem benim de yükümü hafifletir. Bu yaşta torun sevmek istiyorum.

-Bilmem ki ana, hiç düşünmedim.

-Düşün oğul, düşün Ali’m. Yaşın geldi. Askerliğini yaptın. Senin yaşındakilerin iki-üç çocuğu var.

-Bakarız ana, hele bir çobanlığa başlayayım. Bizim köylüler iyi insanlar da bir koyununu kurtta kuşa kaptırdın mı hemen çoban değiştiriyorlar. İnşallah ben kaptırmam da çobanlığım sürekli olur. 

-Dikkatli olmalısın. Nerede kurt, nerede ayı karşına çıkacak, yerlerini çok iyi biliyorsun. 

-Bilme biliyorum da her zaman aynı yerlerinde durmuyorlar ana.

-Yarın kasabaya gideceksin. Babanı alıp geleceksin. Eşeği ben yemler, kahvaltını hazırlarım. Babana söylersin şekerimiz bitti. Mutlaka şeker alsın. 

-Olur ana.

Öyle de yaptı Perihan kadın. Sabah erkenden kalktı. Eşeği yemledi. Yem torbasını samanla doldurdu. İçerisine iki avuç da arpa attı. Çayı demledi, Ali için kahvaltı sofrasını kurdu. Ali’nin yattığı mabeyinin bitişiğindeki odaya geçerek uyandırdı.

-Kalk oğul, kahvaltını hazırladım.

-Tamam ana geliyorum.

-Vefa ile Necdet de hazırlanmışlardı. Her zamanki gibi birlikte gidin.

-Tamam ana.

Ali, Vefa ve Necdet ile aynı yaşta olmasına rağmen her ikisi de evli ve Vefa’nın bir, Necdet’in ise iki çocuğu vardı. Devlet daireleri cumartesi günleri saat on üçte kapandığı için her hafta cumartesi günleri kasabaya eşekleriyle gidiyordular. Vefa’nın babası kasabanın ortaokulunda katip, Necdet’in babası ise tapu dairesinde memur olarak çalışıyorlardı. Ali, Vefa ve Necdet, her cumartesi eşekleri ile kasabaya gidiyor, dönüşte babaları hayvanlara binerek köye geliyordular. Onlar ise arkalarından yürüyordular. 

Topal Ömer, Katip Temel ve Tapucu Ömer eşekleri binmiş yol boyu sohbet ediyorlardı. Hükümet tüm köylere yol yapılması kararı almıştı. Köy yolları yapılırsa araba ile köyden kente, kentten köye gidip geleceklerdi. Bahçelerden topladıkları vişne, elma ve armutları da alıcılar köye kadar gelip alacaklardı. Ardasa kasabasında elektrik vardı ama köylerin hiçbirinde elektrik yoktu. Gerçi Ardasa kasabasına yapılan barajdan üretilen elektrik kasabaya yetmiyordu. Santral sık sık arıza yapıyor, elektrikler bir gidiyor bir geliyordu. Hele akşamları kasabadaki evlerin elektrikleri yanınca ampullerdeki ışıklar zayıflıyor ancak gaz lambası kadar aydınlatıyordu. Santralda çalışan Koçun Hasan, santral çalışsın diye ayaklarını santralın koluna dayamış olanca gücüyle yükleniyordu. Azıcık ayaklarını gevşetse elektrikler kesiliyordu.

-Yol yapılırsa çok iyi olacak, dedi Topal Ömer.

-Öyle. Ama devletin pek imkanı yok. Köylerden yardım istiyor kaymakam.

-Gücü olan çalışsın gücü olmayan da para versin.

-Doğru dersin tapucu.

-Hanım illa da şeker alsın diye haber yolladı bizim Ali ile ama Şişman Mahmut’tan iki kilo şekeri zor aldım. Yok dedi bana ama yalvar yakar alabildik.

-Duymadın mı? diye sordu Katip Temel.

-Neyi?

-Şekeri dükkanının alt katına depolamış, isteyene yok diyordu. Hani geçen hafta iyi yağmur yağdı ya.

-Evet.

-İşte o yağmurda deposunu su bastı bütün şekerleri eridi.

-Deme yahu, ben duymadım.

-Gelene yok, gidene yok dersen öyle olur.

-Aslında iyi insan ama neden öyle yapıyor bir türlü anlayamadık onu. Kaymakama bile şeker yok demiş.

-Vay anasını.

-Topal Ömer, Ali köyün sürüsüne çoban olmuş öyle mi?

-Öyle Tapucu.

-İyi oldu, sana da destek oldu. Bir türlü de evlendirmedin onu.

-Birine gönül verdi de ben yok mu dedim Katip?

-İyi oldu iyi oldu.

Akşam saatlerinde Çitikebir’e giden yol ayrımındaydılar. Dik yamaçlı yolu arka arkaya dizilerek çıktılar. Orta Mahallenin kabristanından geçerken durdular. Topal Ömer dua ederken onlar da amin dediler. Kabristandan başlayan tarlalar yemyeşildi. Ekinler yavaş yavaş boy atmaya başlıyordu. Kuşburnular beyaz çiçeklerini açmıştı yol kenarlarında. 

Karanlık kitlerken evlerinin kapısındaydılar. Perihan kocasına “Hoş geldin bey” dedi. Ali eşeğin üzerinden babasının kasabadan aldıklarını yerleştirdiği heybeyi alıp mabeyine koyduktan sonra eşeği ahıra çekti. Semerin kolanını çözerek indirdi. Hayvan çok terlemişti. Ahırda kuzuların bölme ile ayrıldığı sırıkların üzerinde asılı olan eski kıl çuvalını eşeğin üzerine açarak bağladı. Yemliğine saman ve arpa koydu.

Topal Ömer, sol bacağını uzatarak eli ile bastırıyordu. Yolda çok sallanması ağrılarını artırmıştı. 

-Huyunu bildiğim için çayı demledim. Yemekten sonra mı içersin yoksa bir bardak vereyim mi?

-Hele ver bir bardak içeyim hanım, bacağım çok ağırdı. Yürüsen yürüyeceğim. Hayvana binmek istemiyorum. Her ne kadar sallanmasına engel olmaya çalıştımsa da olmadı. Sallandıkça diken batar gibi sızım sızım sızlıyor.

-İstersen yıkayayım ayaklarını?

-Yok yok. Sen hele bir çay ver bana. Biraz böyle dursun geçer. Çektin mi hayvanı yerine Ali, terlidir, çulu ataydın üstüne.

-Attım baba.

-Gel sen de otur, iki saattir yol yürüdün.

-Olsun baba. Çok mu ağırdı ayağın?

-Ağırdı oğul, her ne kadar sallamaya çalıştıysam da yine de sallandı. Şu yollar bir yapılsa.

(Devamı var)

YORUM EKLE