Gelincik Taşları Efsanesi (21)

Söz kesilmiş, düğün günü kararlaştırılmış, hazırlıklar çoktan başlamıştı. Topal Ömer, çardağın altında sabahtan beri oturuyor, ağrıyan ayağını, ağaçtan yapılmış sedirin üzerine uzattı, durmadan diz kapağını ovalıyordu. Ayağının ağrısı yetmezmiş gibi sabah kalktığında ağrıyan başı hala ağrıyordu. Kezban hatun, gittiği komşudan bir türlü gelmiyordu. Tek başına oturması başının ağrısını daha da artırıyordu. 

Nice sonra, karısı çevirmenin kapısından içeri girdi. Topal Ömer, ağrılarının da verdiği öfkeyle:

-Nerelerde kaldın be kadın? Ben burada ağrıdan can çekişiyorum, sen beni burada tek başıma bırakıp gittin.

-Hayırdır Topal Ömer, sen böyle öfkeli değildin, bana da bugüne kadar hiç böyle öfkeyle bağırmazdın?

-Daha ne olsun kadın, bacağımın ağrısı yetmiyormuş gibi, sabahtan beri başım ağrıdan çatlıyor.

-Ben ne yapabilirim ki?

-Şuradan bir patates dilde getir başıma sar, belki faydası olur.

-Kızma hemen getiriyorum.

Evin mabeynine girdi. Peykenin altındaki çuvaldan bir büyük patates çıkardı. Yuvarlak şekilde dilimledi. Katladığı tülbenttin üzerine dizdi. Geldi Topal Ömer’in alnına patateslerin dizili olduğu yeri getirecek şekilde doladı, arkadan sıkıca bağladı.

-Sağol… Kızdım sana ama ağrılarım çok… Darılmadın değil mi?

-Aşk olsun Topal Ömer, neyine darılacağım. Kadriye hatunla sohbete daldık, geç kaldım. 

-Olsun olsun…

-Ali’ye iyice tembihleyeydin geç kalmasın kasabadan dönüşte.

-Sıkı sıkı tembihledim… Korkutuyor beni.

-Korkutuyor mu, neden ki?

-Neden olacak, sen de görmüşsündür herkes ona ermiş gibi davranıyor.

-Gördüm. Gördüm.

-Gülşah’ın güzelliği de beni korkutuyor bilesin Kezban hatun.

-O niye ki?

-Bilmiyorum içimde bir şüphe var.

-Bir yanlışını mı gördün?

-Yok öyle değil… Ne bileyim… Öyle bir his var içimde.

Kezban hatun biraz durdu, kulak kabarttı:

-Sen kurtar bizi bu adamdan.

-Benden mi hatun, ölmemi mi istiyorsun?

-Sen değil bey, yine geliyor. Duymuyor musun şu öksürüğü, burnunu çekmesi ta buraya kadar geliyor.

-Anladım, muhtar geliyor.

-He ya. Şimdi çay da ister.

-Doğrusu ben de isterim.

-Sen istesen de istemesen de o, ”Kezban hatun senin gibi çay yapan yok köyümüzde” diyecek. Bunun evi barkı yok mu? Yüz verdin verdin kapımızdan eksik olmuyor. Çay içesin varsa kahve açık, git Kel Celal’in kahvehanesine be adam, üç beş kuruşun nasip olsun ona.

-Sıkma canını, şunun şurasında ne kaldı. Ali’yi evlendirdik mi seni yanıma alıp, kasabadaki evde kalacağız. Artık işten güçten elini eteğini çekeceksin. Aldığımız üç beş kuruşla güzel güzel geçinir gideriz.

-İnşallah Topal Ömer İnşallah.

Muhtar İhsan, çevirmenin kapısını açtı. Öksürdü, burnunu çekti, boğazını temizledi, selam” verdi. Topal Ömer:

-Gel muhtar gel, biz de senden bahsediyorduk. Gelse de Kezban hatun bize çay demlese karşılıklı içsek diyorduk.

-İyi adam lafın üzerine gelir der eskilerimiz.

-Öyle muhtar öyle. Hoş geldin, ben çayı koyum.

-Senin gibi çay yapan yok bu köyde Kezban abla.

-Sağol muhtar.

-Geçmiş olsun Ömer abi, başını niye sardın?

-Sabahtan beri başım ağrıyor, hanım patates dilimleyip sardı. Sanki biraz hafifledi… Ne var ne yok köyde? Ben bacağımın ağrısından bir yere çıkamıyorum.

-Bir şey yok. Herkes Ali’yi konuşuyor. Bostanda onu konuşuyorlar. Bahçede onu konuşuyorlar. Ali deyip başka bir şey demiyorlar. 

-Şaşırmış bu insanlar. Utanmasalar Ali’yi “mehdi” ilan edecekler.

-Vallahi öyle Ömer Abi. Herkes ona ermiş gözü ile bakıyor. Ben bile öyle görüyorum. Yoksa o sürü o kadar susamışken bir yudum su içmeden dereden nasıl geçer?

-Yapma muhtar, bari senin aklın başında olsun.

-Sen söyle Ömer abi, o kadar tuzu yemiş, kavuran güneşin altında su içmeden nasıl karşıya geçer?

-Ben de inanamıyorum muhtar ama oldu. 

-Nerede Ali?

-Kasabaya yolladım. Bazı eksiklerimiz var. Düğün yaklaşıyor. Tamamlayalım dedik.

-Doğru etmişsin.

Xxx

-Ana, dedi Gülşah.

-Söyle kızım.

-Şimdi ben evlenip bu evden gideceğim ya.

-Evet, öyle olacak kızım, bizi bırakıp gideceksin.

-Benim demem o değil ana.

-Neymiş?

-Ben derim ki, evimizde ne var ne yok hepsini aramızda eşit taksim edeceğiz. Benim hisseme düşenleri alıp gideceğim.

Feride ana neye uğradığına şaşırdı. Bu kız ne diyor? Nereden çıktı her şeyi taksim etmek. Bu kadar akıllı, anasını kardeşlerini seven Gülşah, dediğinin farkında mı? Yoksa bizi mi sınıyor?

-Duydun mu ana?

-Neyi?

-Söylediğimi, her şeyi taksim edeceğiz.

-Sen ne dediğinin farkında mısın Gülşah?

-Evet ana.

-Kızım neyimiz var ki taksim edeceğiz? Mutfağımızda birkaç kazan, birkaç tastan başka ne var ki taksim edeceğiz?

-Olsun ana, olanları taksim edeceğiz.

Elif de küçük olmasına karşın Sümbül de şaşkındı. Feride ana daha şaşkındı. Olacak iş değil. Rezil olacağız el aleme. Arazi desen iki tarla. Bostan desen üç parça küçük bostan. 

-Yatağımı, yorganımı, yastığımı hepsini alacağım ana.

-Kızım ne yapacaksın onları? Gittiğin evde daha iyileri var.

-Olsun ana. Israr etme. Her şeyi eşit taksim edeceğiz. Koyunları da. Bana altı koyun düşüyor onları da alacağım. Koç benim. Yiğit’i de alacağım.

-Yapma kızım, ne deriz el aleme?

-El alem beni ilgilendirmiyor.

-Ne deyim kızım, nasıl istersen, senin dediğin olsun.

-Ben her şeyin listesini yaptım, kağıda yazdım. Beni almaya geldiklerinde katırlara yükleyip götüreceğim.

Feride ana sustu. Bugüne kadar güzel huylu olan kızına ne olduğunu bir türlü anlayamıyordu. Kendisi ve ile Elif ve Sümbül için canını veren Gülşah’a ne olmuştu? Düşünüyor düşünüyor bir türlü çıkaramıyordu. Koyunları almak da ne demek? Hele koç Yiğit’i de alacak olması… Hiçbir şet söylemeden odasına çekildi. Yatağını serdi. Üstünü çıkarmadan uzandı. Gaz lambasını yakmadı. Sağ kolunum üzerine yattı. Başını yastığa koydu. Dizlerini kırdı, karnına kadar çekti. İki Büklüm oldu. Gözleri açıktı. Damla damla yaşlar yastığa akıyordu. 

-Abla, anam yattı, biz de yatıyoruz.

-Yatın, ben de biraz oturup yatacağım.

Elif ve Sümbül anasının kaldığı odaya girdiler. Oda karanlıktı. İkisi de anasının yanına uzandılar. Bir arkasına diğeri ise Feride kadının önüne uzandı. İkisi de kollarını iki büklüm olmuş analarının üzerine attılar. Sarıldılar. Onların da gözlerinden süzülen yaşlar anasının yastığına damlıyordu. Konuşmuyorlardı. Öylece uyuyup kaldılar.

Xxx

Düğüne iki gün kaldı. Topal Ömer’de büyük bir telaş vardı. Herhangi bir aksaklık yaşanmasını istemiyordu. 

-Ali.

-Buyur baba?

-Beni Kel’in kahvehanesine kadar götür, ayağım çok ağrıyor, yalnız yürüyemem.

-Ne yapacaksın baba, çay içesin varsa ben demlerim.

-Yok oğul, Kel Celal’le görüşeceğim.

-Peki baba.

Birlikte toprak damlı kahvehaneye kadar yürüdüler. Güz mevsimine karşın yazdan kalma günler sürüyordu. Kel Celal, Topal Ömer’in geldiğini görünce hemen kapıdaki sandalyenin üzerine minder koydu. Gelmelerini bekledi.

-Hoş geldin emmi.

-Hoş bulduk.

-Kahvehaneme gelmez oldun emmi.

-Sorma Celal, son günlerde ayağım çok ağrıyor. Yürümekte zorluk çekiyorum, namazımı bile oturarak kılıyorum.

-Geçmiş olsun. Sana güzel orta şekerli bir kahve yapayım. Sana da yapayım mı Ali?

-Yok Celal abi ben çay içeyim.

Çoktandır evinin kapısının önünden dışarı çıkmayan Topal Ömer’in gönlü biraz ferahlamıştı. Ali’ye:

-Muhtarı çağır gelsin Ali.

-Peki baba.

Kel Celal bir fincan kahve iki bardak çay ile geldi.

-Ali nereye gitti emmi?

-Muhtarı çağırmaya yolladım. Hele otur. Seninle konuşacaklarım var.

-Buyur emmi.

-Biliyorsun iki gün sonra düğünümüz var. Hayırlısı ile Ali’yi evlendireceğiz. 

-Biliyorum emmi.

-Sen akıllı adamsın. Bana düğünü idare edecek bir lazım.

-Yani babalık.

-Evet. Sen yakından da akrabamız olursun.

-Evet emmi.

-Senin babalık olmanı istiyorum. Herkes senin sözünü dinler.

-Sağ olsunlar, dinlerler emmi. Ali’nin düğününde babalık olmaktan çok mutlu olurum emmi. Ne demek. 

-Sağol Celal, eline sağlık kahven de güzel oldu.

-Afiyet olsun emmi.

-Sen oğul everdin. Biz böyle bir şey yapmadık. Ne yapılması gerekiyor, neye ihtiyaç var, bir liste yap akşama bana getir.

-Olur Ömer emmi.

(Devamı var)

YORUM EKLE