İNSAN VE ŞEHRİN BİR HİKÂYESİ OLMALI

İnsan varsa hikâye de hep vardır. İnsan bizatihi hikâyenin kendisidir. Hz. Adem’den beri insan nereden, nerede, nereye sorularının cevaplarını kendisine verilen hikayenin içinde bulmaya çalışmıştır. Hikâye dinlemek ve anlatmanın diğer insanlarla ilişki kurulabilmesinin vazgeçilmez zeminidir. Hayatta kıymet verdiğimiz eşyayla aramızda her zaman bir hikâye vardır. Hikâyesi olmayan, kendisine hikâye kuramadığımız eşyanın bizce değeri yoktur. 

Değer dediğimiz şey insanlar arasında ve hikâyenin içinde cariyse değerlidir. Sahip olduğumuz değerleri, insanlarla buluşturduğumuz zemine taşıdığımızda salih bir amelde buluşmuş oluruz. Hikâyeye sırt dönmek, insana sırt dönmek demektir ya da insana sırt döndüğümüzde hikâyeye de sırt dönmüş oluruz. İnsana sırt dönmek, insanlık denen o bütüne sırt dönmek demektir. İnsanlığa sırt dönen insan, sadece kendi karanlığında yaşar. İnsan ihtiyaçlarına tutunur ihtiyaçları ise bir diğerine. İnsan bir yaşam alanı inşa edebilmek için topluma, tarihe, şehre ve mekâna ihtiyaç duyar. Şehir insanın, yaşamak ve insan olarak hayatına devam etmek ihtiyaçlarını giderebileceği mekânlar olarak karşımıza çıkar. Bu görüş açısından şehrin zarara uğraması doğrudan insanı zarara uğratır, zira her ne kadar şehri inşa eden insan olsa da inşa olunmuş şehir insanı karşılığında inşa eder. Şehirde insan adeta kesilen bir ağaçla kesilir, yıkılan bir eserle yıkılır. Bu durumda, insanı küçük şehir, şehri de büyük insan olarak tasavvur edebiliriz. Bu tarif bize adeta şunu söyletir; Şehir kendini insanca inşa edeni ihya, ihmal edeni ise imha eder. 

İnsanın olduğu gibi şehirlerin de ruhu vardır. Şehir içinde yaşadığımız topluluktur ve bize öyle sıfatlar verir ki yüzümüzü kazısak bu sefer derimizin altından ona dair bir renk, koku veya ses dışarıya sızar, bizim büyük sırrımızı, kopup geldiğimiz mahallin kimliğini ele verir. Coğrafi kimliğe giydirilen sosyal gömlek, insan isimli bir terzinin maharetli parmaklarından çıkmadır. O elbisenin kumaşından boyasına, kenar süsüne değin ne varsa insan eseridir. Şehre sosyal sıfatlar kazandıran da insanlardır. Şehir bir kez kurulduktan sonra, onun kimliğine kişiliğine işlerlik kazandırıldıktan sonra, bu kez de şehir başlar insanlarına sıfat kazandırmaya dağıtmaya. Onun devasa gövdesi içinde bireylerini kendinden, kimliğinden, sıfatlarından, bereketinden katarak çıkarmalıdır öteki şehirlerin ahalisinin karşısına. Şehirlerin, insanlarında işte bu hasletlerin oluşması ile öteki şehirlerle rekabet ederler. Şehirler kulağınıza küpe takar, parmaklarınıza çentik atar, alnınıza mührü basar. O mührün kocaman iziyle birlikte izin verir sokaklarına dağılmanıza. Artık o şehirlisinizdir.

Şehrin niteliği, himaye ettiği kültürün derinliğinde aranmalıdır. Zira “ şehirli” olmak, kültürlü olmakla, ‘medeni’ olmakla eş anlamlıdır. Kültürler şehirlerde gelişir, medeniyeteler şehirlerde teşekkül eder. Şehirler kültür faaliyetlerinin gelişme imkânı bulduğu ortamlara sahip mekânlar olarak karşımıza çıkar. Bu ortamda ilişkiler incelir, yakınlaşmalar çoğalır. İnsanların yiyip içmeden başlayarak her türlü davranışları süzülür, iyice ‘rafine’ hale gelir.

Dolayısıyla şehirden konuşulmaya başlandığında medeniyet, kültür, insan, dünya ve kainat konuşma çerçevesinin içine dahil olur. Bunlarla birlikte insan, şehirlerde hem kültürün, hem geleneğin hem de tarihin sürekliliğini tecrübe eder, çünkü medeniyet merkezi şehir, geçmişten geleceğe akan bir nehri çağrıştırarak tarih, içindeki sürekliliği taşır ve şehir adeta insanın en sürekli ve kadim mektebi oluverir. 

Tarihi bir şehirde yaşayanlar, o şehrin geçmişini, birikimini, yani hafızasını okuma imkânına sahip olabilirler, bu imkânı gerçekleştirirlerse yaşadıkları şehrin ruhuna nüfuz edebilirler. Şehrin ruhuna nüfuz etmeyi başarabilenler, kendi ruh sağlıklarıyla birlikte şehirlilerin ruh dengesini korumakta başarılı olabilirler. Ancak şehir, kültürün, geleneğin, tarihin rafine olmuş insan hallerinin ve ihtiyaçlarının vatanı olmayı başaramıyorsa ona şehir değil kent denir. Şehirler barındırdığı mimari eserlerle taştan kitaplardır. Şehir mimarisi, kendisinde zarafeti asaleti ve güzelliği barındırdığı gibi basit ve sade olanı da taşımalıdır. Tüm bunlarla birlikte mimari bir işleve sahip olmalıdır. 

Şehir ve tarih ilişkisi önemlidir. Şehir, tarihin taşıdığı mekân; tarih, şehrin oluştuğu zamandır. İnsanların hem geçmişi hem tarihi vardır. Geçmiş ne kadar tarih kılınmışsa orada o kadar büyük ve derin insanlık tecrübesinden söz edilebilir. Tarih ve şehir ilişkisi, eski şehirlerin inşa şekillerini bulabileceğimiz, şimdi kendisinden uzaklaştığımız bir serüveni hatırlatır. Hafızamızdaki siyah beyaz fotoğraflardan geriye kalan sadece hatıralardır. Sezai Karakoç İstanbul sokaklarında dolaşırken terk edilmiş makberler, mescitler, medreselerin sağlam taş yapıları önünde bir süre durur düşünür. Yapılar üzerinden tüten ve şairlerin görebileceği o ince dumana bakarak der ki; “Taşlar/ Hatıra yazılmayacak kadar/ Fazla kararmış” Bugün üzerine kalp resmi çiziktirecek kara bir taş bile bulamıyorsak, çocuklarımız yarın o taşın tozuna bile erişemeyecektir. Geçmiş, çok uzun ve derindir. Yaratılış tarihini de içerir ve bir o kadar da güçlüdür. Birde geçmiş kendine yapılan haksızlıklar karşısında mutlaka bedel ödetir ama insanoğlu çoğu zaman bunun farkına varmaz. Biz geçmişe hükmettiğimizi sanırız. Hâlbuki geçmişimiz, daima bizi terbiye eder. Değerini bilen insan ve toplum için geçmiş bir yük değil, geçmiş olmasına karşın, geleceğini aydınlatan yol gösterici bir imkândır da… Geleceğe bakarken yaslanabileceği bir dayanaktır.

Şehrin ruh dengesi olarak, tabiat, güzel sanatlar ve tarih dengesi söz konusudur. Mekânların da ruhu vardır. İnsanı ve hayatını kuşatan da şehirlerin bu ruhlarıdır. İnsan yetiştirme, aynı zamanda bir iklim işidir. O iklimin ortamını da şehrin yapısı oluşturur. Şehir, içinde yaşayanların bozulmasıyla bozulur. Şehir tarihi, tabiatı ve nihayetinde insanı muhafaza ettiği anda, ondaki denge kendini gösterir. Tarihe, geleneğe, tabiata saygı göstererek gelecek nesillere bırakabileceğimiz şehirler oluşturma sorumluluğu ile hareket etmeli ve yaşadığımız mekânlarda aradığımız, bulamadığımız ya da kaybettiğimiz insaniyetimizin gereği olan huzuru, bir kez daha kurgulayarak hayal ve hafızalarımızdaki mekânlarla tamamlayıp güzelleştirerek yaşanır kılmaya çalışmalıyız. Sanat ve edebiyat eserlerinin diğer unsurları gibi mekân unsuru da bu ihtiyacın ve çabanın eseridir. Bunların hepsini hayallerimizle ve hafızalarımızla adeta tamamlarız. İnsan toplumun bir parçası olarak doğumundan ölümüne kadar bir “hikaye” yazıp geride bunu bırakır. Josep Gold’un deyişiyle “ İncinin bir istiridye için önemi neyse, hikâyenin de insanlar için önemi odur.” Toplumlar acılarını, sevinçlerini, birikimlerini, hikâye ile yarınlara aktarırlar, taşırlar…

Kaynaklar,
Aşk Estetiği- B.Ayvazoğlu
Şehir, Şehirli-D.M Doğan
Kültüre Adanmış Ömür.D.M Doğan
Milletlerarası Şehir ve Tarih Kongresi Bildirileri

YORUM EKLE