KARA GECENİN AK YÜZLERİ

Zifiri karanlığın hüküm sürdüğü, sabaha çok uzak ve asla aydınlanmayan o gecelerden biriydi. Ben, beşikte bebekler, hastanede hastalar, ellerinde dua zikriyle yaşlılar, mutfakta yemek yapan anneler, eve ekmek getiren babalar ile gönülleri coşkun, kabına sığmayan delikanlılar o gecelerden birinde kendimizi sabaha ulaştıracak o ışıltıyı bekliyoruz. Gözlerimiz seller, sular misali ve gelecekten endişeli, ellerimiz semada, ayaklarımız koşar adım beklemenin inanılmaz sancısı ile kıvranmaktaydı. Çocuklarımız bize sığınıyor, biz onlara sarılıyoruz. 

Kara gece, zindan gece dedikleri türden bir gece oluyor. Gecenin suçu yok ak sütle beslenen dost veya düşman ayırt olunamayan ana kuzuları o geceyi geçmeyen, bitmeyen, susmayan bir azaba dönüştürdü. Ak sütler karardı, ak yüzler eğildi, korkular ahlara karıştı. Beklemek acısı, umudun sancısı, yarının korkusu ile yüreklerimiz kuş misali çırpınmakta. İşte Abdullah Tayyip bedeni taze, bedeni genç, bedeni diri bu güzel çocuk yürüyor. Korku yok gözlerinde adeta adımları devleşiyor ve çıldırtan, yutkunmayı unutturan o zulmün sesi o devi yere seriyordu. Yer inliyor, gök yarılıyordu. Annesi evde yüreğine saplanan sancıyla kıvranmakta, babası yanı başında şehadete yol alıyorlardı. Emri baş tacı yapan Ömer Halis düşüyordu ardından toprağa. Toprak o gece yüklerin en  ağırını taşıyordu. Ve çocuklar yetim kalıyordu. Yetim kalmak yediğin aşın yetmemesi, aldığın havanın yetmemesi, boynunun bükülmesi, içindeki yaranın asla sağılmamasıydı. Bir başka yaralı hayat, kalbi yara yara asla tozlanmayan sayfalara yazıyordu destanını. Kundakta sarılan hayatlar toprakta birleşiyordu. Doğarken gözlerini hayata beraber açan ikizlerin o güzel gözlerinin hayata vedası da beraber olmuştu. Ahmet ve Mehmet önce küçük ayaklarla adım adım yürümeyi öğrenmiş, sonra beraber koşup oynamış, aynı kıyafetleri giymiş, aynı bardaktan kana kana su içmiş ve şimdi şehadete susamış gibi oruçlarını açıyorlardı.

İsimler değişiyor ama ölüm değişmiyordu. Ölüm kanayan bir yara, dinmeyen bir sızıydı. Ölüm bayrakla, toprakla taçlanmıştı. Ayşe çıkıp gelmişti. Nene Hatun değil miydi onun atası. Kadın olmak yuva olmaktı. Ve o da sığındığı yuvasına sahip çıkıyordu. Arkada kokularını yüreğine aldığı evlatlar bırakmıştı. Giden olmak mı zordu yoksa kalan olmak mı bilinmez. Kalmak anmak, acımak, kanamak, özlemek, beklemekti. Bekleyiş azap gibiydi, sıcaktı, korkutuyordu. Bir yorgan misaliydi gece ama kimse uyumak iştememiiti. Uyumak göze haram, susmak dile azap, duymamak kulağa kahırdı. Yüreği yüreğe, gözü göze, dili dile, kardeşi kardeşe düşman eden o geceden bütün yürekler yaralı çıkmıştı. Yürek yükünden belini bükmüş, dil duadan duaya koşar olmuş, ayaklar bastığı toprağa çakılı kalmış, annelerin yüreği yanmış, babaların yaştan gözü kör olmuş, çocuklar yetim, eşler dul kalmıştı.

Akif, Akın, Mustafa, Ali, Alparslan, Aydın, Demet ve hakkı ödenemeyecek anneler, babalar, evlatlar o kara geceyi ak yapmış, gökte ahlar ve dualar ile toprakla bütün olmuşlardı.

Söz köze, köz öze düşmüştü. Ve bir var olma destanı yazılmıştı ...

Rahmetle...

YORUM EKLE