MEMLEKETİMİN BÜYÜK İNSANLARINDAN BİRİSİ

Her zaman söylerim, Kelkit’te geçen yıllarımın en büyük kazanımı bana küçük insanların arasında büyük insanları tanıma kazanımı olarak gelmiştir. İnsan büyüklükle küçüklüğü beyninin aldığı oranda kıyaslayarak ahlakına, yaşantısına ve kişilik felsefesine giydirir. Allah’ın varlığına işaret edebilecek her şeyi büyük beyinler düşünür, küçük beyinler ise algılayamadıkları güç karşısında ürettikleri ve taptıkları dedikodularla yaşarlar.

Küçük beyinlerle işimiz olmaz. Küçük bir coğrafyada ben hep beynimin alabildiği büyük insanların peşinden koştum.  Rabbime şükürler olsun ki küçük coğrafyamın yetiştirdiğimiz büyük insanlarını tanıdım. Bu kazanımımı hayatım boyunca kalbimin üzerinde çok anlamlı bir madalya gibi taşıyacağım.

Bu yazımda o büyük insanlardan birisinden bahsedeceğim sizlere.

2000 yılının bahar aylarıydı. Kıştan bahara uyanmış serçeler gibi küçücük dünyalarımızda büyük özlemler taşıyorduk. Odamdan içeri değerli öğretmenim Hüsnü Çelik’le birlikte uzun boylu, hafif kırlaşmış saçlarıyla bir adam girdi. Hüsnü Çelik öğretmenim “Bak sana kimi tanıştıracağım. Senin de tanımanı istedim.” diyerek yanındaki ihtiyar adamı işaret etti. (Bu vesileyle her gün yazılarımı okuyarak bana büyük bir yürek gücü aşılayan değerli öğretmenim Hüsnü Çelik’e de buradan saygılarımı sunuyor, hasretle ellerinden öpüyorum!)

Yüzündeki kırışık çizgileriyle tebessüm eden bu ihtiyar adamı buyur ettim, konuşmaya başladık.

Daha ilk dakikadan itibaren şaşkınlığım artmaya başladı. Kelkit’in kahvelerinde dolaşan bir yalnız adam olarak dikkatimi çeken bu adamla ilk kez konuşuyor, tanışıyordum. Trajik bir öyküye sahip bu adamın aslında derinlikli, söylediği her sözün ardında kocaman dünyalar bulunan bir adam olduğunu sohbet ilerledikçe anlıyor, kıpırtısız duruşlarla onu dinliyordum. İlk cümlelerinden birisi “Ali Bey, insan düşünen bir varlıktır” olmuştu. Karşımda duran bu adam bana Don Kişot’tan, Deli Dumrul’dan bahsediyordu; Freud’u, Montaiğne’yi anlatıyordu. O sıradan olarak bildiğimiz insan, konuştukça bir bilgeye dönüşüyordu.

Başladı hikâyesini anlatmaya: İsmi Habip Soydaş. Bana sorarsanız o taşlardan daha ağır bir taş. Kelkit’in Öbektaş beldesinden.

Köyde ona deli dediklerini söylemesi içimi acıtıyordu. Altı çizilecek şu cümlelere bakar mısınız lütfen:

"Ben hep uyum istiyorum, dostluk istiyorum. Ama nedense rastlayamadım. Hep çıkarcı insanlara rastladım. Dost doğru arkadaşlık, dost doğru komşuluk dost doğru kardeşlik isterim. Kime selam veriyorsam arkamdan deli diyor. Gel deli, git deli... Benim deliliğimin ispatı oldu zaten, gittim hastaneye tedavi gördüm. Ama senin deliliğinin ispatı yok. Sen benim insanlığımı kabul etmiyorsun. Kim akıllı, kim deli belli değil."
Sahi kim akıllı kim deli?

Vakti zamanında benim rahmetli dedeme de (Niyazi Hirik, nurlar içinde yatsın!) haksızlığa karşı isyan bayrağını açtığı için deli demişlerdi, çocuk aklımda bu deliliğin arkasında yatan toplumsal travmayı pek anlayamamıştım, şimdi daha iyi anlıyorum ki dedemden daha akıllısı yokmuş!

Habip Ağabey, sohbetin bir yerinde yakaları hafif dik boz paltosunun iç cebinden Nazım Hikmet’in Kuvai Milliye Destanı’nı çıkarıp kitabın içinden mısralar okuduğunda hayranlığım daha da artmış, çok başka dünyalara kapı aralayan bir şair olarak ben suskunluğun en anlamlısını bulmuştum.

 “Kelkit’te kaç kişi Kuvai Milliye Destanını okumuştur acaba?” küçük sorusu bir yerlerde hâlâ asılı durur bende.

Düşündürücü bir hayat hikayesi var. 45 yıldır hiç durmadan okuyormuş. Tam bir kitap tutkunu. İlkokul mezunu olduğu halde kendini yetiştirmiş. Almanya’da bir fabrikada işçi olarak çalışırken kendini geri kalmış – ezilmiş hissedince başlamış okumaya…

Almanya’da gittiği bir hastanede doktorun kendisini ıslakla muayeneye çağırması bardağı taşıran son damla olmuş.

Almanya macerası sonrasıysa yaşamına köyde devam etmiş. Ama köyde adı bir kere deliye çıktığı için hiç rahat olmamış. Anlaşılan o ki sıra dışılığı, insanlara okumayı salık vermesi, insanın varoluşuna dair soruları, felsefecilerden bahsetmesinden midir nedir, 'deli' sıfatının yanına bir de komünist eklenmiş.

Hafif bir tebessüm ederek bunları anlatıyordu.

Ama her şeye rağmen Habip Agabey bunlardan yılmamış, hiç pes etmemiş.  Yine okumuş yine okumuş… Sonra da muhtarlığa aday olmuş ve seçimleri kazanmış.  Köylüler kaymakamlığa dilekçe vermiş, “Bu adam deli, biz bu adamı muhtar olarak istemiyoruz.” demişler. O da gitmiş mahkemeye 'Efendiler benimle konuşun, deli miyim, değil miyim anlarsınız,' demiş. Konuşmuşlar aralarında sonra mazbatayı vermişler.

O günlerini anlatırken gözleri buğulanıyordu. Muhtarlığı sırasında bir gün şehrin valisi, köyün yıkık dökük ilkokulunu ziyarete gelmiş, öğrencilerin halini görünce öğretmenlere kızmış "Nedir bu çocukların hali," diye. Habip Amca da dayanamamış, valiye çıkışmış "Ne verdin de ne istiyorsun?" demiş.

Delilik yaftası bir kere vurulmuş Habip Agabey’e. Sonunda köyün insanlarından umudunu kesince, köyün köpekleriyle, kedileriyle, hayvanlarıyla konuşmaya başlamış.

Kendini ifade etme olanağı bulamaması, ne söylerse söylesin sürekli 'deli' diye karşı çıkılması onu bunalıma sürüklemiş.

Önce Elazığ’da, sonra Bakırköy de “deli diye” tedavi görmüş, zamanla yine akli dengesi alt üst olmuş.

Hastanede yattığı zamanlarda onun Kenan Evren’e yazdığı mektup da çok ilginçtir.

O, hastane de iken Kenan Evren’e hitabın “Benim sana ihtiyacım yoktur, benim senin adaletine ihtiyacım vardır, eğer adaletin varsa gelip beni buradan çıkarırsın” diyecek kadar cesurdur.

Doktorlar onu kitaplardan uzak tutmalarını isteyince, akrabaları köydeki bütün kitaplarını yakmışlar. 2000’e yakın kitabının yakıldığını anlatırken çocuklarını kaybetmiş bir baba  hüznüne bürünüyor ve kelimeleri ağzında zor toparlıyordu. O her şeye rağmen  "Bütün dünyadaki toplumların içerisinde en dahi bir insanı bile çileden çıkartan insanlar mevcuttur. Şu dünyada ciğerine hançer saplasalar dahi gül, gülemiyorsan yaralı aslan gibi sırıt. İnsanlar acımasız, dünya acımasız," diyerek yaşadıklarını sineye çekmiş.

Onun dünyasına indikçe onun aslında küçük sudaki kocaman bir balık olduğunu anlamış, hatta bu düşüncelerimi o zamanlar çıkardığımız Kelkit Çayı Gazetesinde bir köşe yazısı olarak yazmıştım.

O yazımda cehalete karşı sürdürdüğümüz mücadelede Habip Soydaş gibi insanlara ihtiyacım vardır vurgusunu işlemiştim.

Şu anda toplumumuzda onun gibi ceketinin her iki cebinde de birer kitapla dolaşan kaç kişi vardır diye merak içindeyim.

Gel zaman git zaman birileri onun deli olmadığını anladı. Yapımcı Münir Alper Doğan onun hayatını bir belgesel filme çekti ve Habip Ağabey’i herkes tanıdı.

Film İstanbul Film Festivalinde “Böyle Buyurdu Habip” ismiyle gösterime girdi.

Filmi bu coğrafyada okuyan, düşünen, sorularına cevap arayan insanların içine düştüğü duruma ayna tutan bir film olarak izleyince Habip Ağabey’e bir kez daha aynı topraklardan yetiştiğimiz için hayran oldum.

Onun çok anlamlı bir sözü ve benim çok küçük bir dörtlüğümle yazımı bitireyim:

“Ne kadar mutlusun diye sorarsanız, isyanım kadar mutluyum. Ne kadar büyüksün derseniz, kimseyi aldatmadığım kadar büyüğüm. Aldatan bir insan büyük olamaz.”

Ve benden küçük bir dörtlük, bu mısraları bir yerlere yazın lütfen:

İnsan ki doyumsuz bir hazdır
Almasını bilmek gerek
İnsan ki düşünen bir sazdır
Çalmasını bilmek gerek!

Memleketimde düşünen insanın büyüklüğüne saygıyla ithaf olunur!
YORUM EKLE