Paşa'nın Petekliği (26)

-Sizi arılar da kurtaramayacak Paşa efendi.

-Bak, Kayış Osman, belanı bende arama. Yanındaki leş kargalarına güvenip yoluma çıkma. Seni ve yanındakileri ananızdan doğduğunuza pişman ederim. 

-Bak sen, duydun mu Tonyalı Süleyman?

-Duydum Kayış Ahmet, duydum. Duydum da neyine güveniyor? Yanındaki insan azmanı ile Topal Ömer’in kızına mı?

-Mahur, Adnan’ı ve Celal’i al ve ilerleyin, ben birazdan size yetişirim. Celal atı bana bırak.

-Olmaz Paşa, seni bu çakalların eline bırakıp gidemeyiz.

-Sen dediğimi yap.

-Olmaz Paşa.

-Bana sözümü tekrarlatma, dediğimi yap.

Mahur, istemeyerek de olsa seyis Celal ile Adnan’ı eşeği ile alıp uzaklaşır. Gözü hep arkadadır. Sürekli geri dönüp bakmakta.

-Eee, Paşa Osman’ın oğlu beşe karşı bir, ne olacak şimdi?

-Başını kaldır da yukarıya bak.

Kayış Osman, üzerlerini bir karabulut gibi kaplayan arı ordusunu görünce küçük dilini yutacak oldu.

-Ne duruyorsunuz, ateş edin şu arılara.

Tonyalı Süleyman, Reşat, Fikret ve Cemil, silahlarını arılara çevirip sürekli ateş etmeye başladılar. Sıkılan kurşundan arıların etkilenmediğini gören Kayış Osman:

-Şimdi sen bu arılarla birlikte bizi alt edeceğini mi sanıyorsun?

-Ben hiçbir şey yapmayacağım, domuz derisinden yapılmış Kayış Osman. Başını gözünü iyi sakın. Gözlerin şişer göremezsin. Dudakların şişer konuşamazsın. Burnun şişer nefes alamazsın. Benden söylemesi. Ha, az kazara ağzına girerse, nefes alamaz boğulursun. Şimdi yolumdan çekilecek misin çekilmeyecek misin? Bak, soysuzların havaya ateş etmesi fayda etmiyor.  

Kayış Osman atından iner, belinden silahını alır ve hazneye mermiyi sürer. Tonyalı Süleyman hem arılara bakıyor hem de Kayış Osman’ın ne yapacağını merak ediyordu. Silahını Paşa’ya doğrultmasıyla, arıların vızıltısı kulak yırtarcasına yüksek çıkmaya başladı. Uğultuları havaya kurşun gibi işliyor, Mahur ve beraberindekilere kadar ulaşıyordu. Mahur, pek de göremezse de beşli çetenin ne yapacağını merak ediyordu.  

-Kayış Osman, arılar alçalıyor. Attığımız mermiler onları daha da kızdırdı. Bırakalım gitsin, daha sonra hesabını görürüz.

-Senin dediğin olsun Tonyalı, bu yakışıklıya iyi bir dersi en yakın zamanda vermeliyiz. 

-Veririz ama şimdi değil. Onun dersini öyle anlaşılıyor ki gece vereceğiz. Bakalım çok güvendiği arılar gece de çıkacak mı?

-Gidelim o zaman.

-Ne oldu Kayış Osman, çektiğin silahı beline mi sokacaksın? Çekilen silah ateş edilmeden bele sokanlara ne denir, benden çok iyi bilirsin.

-Bilirim bilirim de şimdi zamanı değil Paşa Osman’ın oğlu Paşa.

-Bir arı kadar erkeklik yokmuş sende.

-Zamanı gelince sana nasıl erkek olduğumu göstereceğim, hiç merak etme. Hadi şimdi git yoluna, sevgilin yolunu bekliyor. ‘Paşam ne zaman gelecek’ diye merak ediyordur.

-Domuz derisi Kayış Osman, şu havada uçan arı kadar erkeklik varsa sen de o ata binmezsin. Havada gördüğün o arı, ısırması ile hayatından oluyor. Sen bırak hayatından olmayı arıları gördüğün zaman elin ayağın titriyor. At o silahı elinden, sokma onu beline. Belinde silahı erkek olanlar taşır ama sende erkeklikten eser kalmamış. Siz beş kişi ben bir kişi. Hadi ne duruyorsunuz? Beni böyle bir daha bulamazsınız. 

-Bugün sadece sana bir ders vermek istedik Paşa Osman’ın oğlu Paşa. Bekle, en kısa zamanda bu arıların yok olacak bilesin.

Tabancasını beline soktu. Atına bindi. Eyerin üzerinde öne eğilerek:

-Paşa çok dikkatli ol. Bir daha ki karşılaşmamızda yok olursun. Yazık olur sana.

-Bana bir şey olmaz Kayış, aslında sizler dikkatli olun en kısa zamanda kodesi boylayacaksınız.

-Merak etme kodese işi bırakmayız, dedi ve “deh” diyerek kasabaya doğru beraberindekilerle atını sürdü. Kalkan toz bulutu ile dönemeci döndüler.

Paşa, seyis Celal’in bıraktığı ata bindi, hızla sürmeye başladı. Kısa süre sonra Mahur ve diğerlerine yetişti. Mahur, merakla:

-Ne oldu, sana bir şey yapmadılar değil mi?

-Yok Mahur, arıları havada görünce ne yapacaklarını şaşırdılar. 

-Eee?

-Atlarını kasabaya doğru sürdüler.

-Ne yapacağız bunlarla Paşa, bunlar bizim yakamızı bırakmayacaklar.

-Sen de o kadar güzel olmayaydın.

-Anlamadım, sen ne dedin?

-Mahur, sana kaç kez dedim, bana sözümü tekrar ettirme.

-Ne yani anlamamış ya da duymamış olamaz mıyım?

-Olursun da…

-Sen, son bir şey dedin de tam anlayamadım, onu bir kez daha söyler misin?

-Kötü bir şey söylemedim Mahur, ‘Sen de o kadar güzel olmayaydın’ dedim.

Paşa, sözler ağzından çıkınca Mahur’un neden tekrarlattığını anladı ama iş işten geçmişti. Bir kez söylemiş oldu. Mahur ile göz göze geldiler. Yüzü kızardı. Başını aşağı yukarı salladı. İçinden “Senin alacağın olsun” dedi.

Mehmetalilerin Çeşmesine gelince durdular. Paşa’nın da yardımıyla Adnan eşeğin üzerindeki yükü çözdü. 

-Şimdi ne olacak Paşa?

-Bir şey olacağı yok, petekliğe taşıyacağım.

-Celal, yardım edelim.

-Hayır, siz şimdi, şu dönemeci dönüyorsunuz doğru köye.

-Anlamadım, ne yani bunları hep sen mi taşıyacaksın?

-Evet.

-Yapma Paşa, akşama daha çok var, hep birlikte taşıyalım.

-Bak yine bana sözümü tekrar ettiriyorsun Mahur, Adnan eşeğe, sizler de atlara binerek doğru köye çıkıyorsunuz.

-Senin dediğin olsun, inatçı.

Paşa, dönemeci dönünceye kadar arkalarından baktı. Mahur haklıydı, bu kadar yükü taşımak zor olacak ama, onları mağaraya götürmek istemedi. Yavaşça torbanın birini omuzuna aldı. Ancak bunu götürebilirim. Yol yokuş götüremem.

Dereyi karşıya geçip rampaya tırmandı. Birkaç yerde dinlendikten sora mağaraya çıkabildi. Akşam karanlığına yakın kasabadan aldığı malzemeleri taşıdı. Son torbayı mağaranın kapısına getirdiğinde derin bir nefes aldı. “Yoruldum” keşke yardım etmelerine engel olmasaydım. Yok olmaz, buraya gelince mağaranın içini de görmek isteyeceklerdi. Yoruldum ama değdi. Biraz dinlendikten sonra kapıyı açtı, çeşitli gıda maddeleri dolu dört çuvalı içeri taşıdı. “Sonradan yerleştiririm.” Sobaya, kenarda bulunan odunlardan attı, yaktı. Kara demliği oluktan akan ince sudan doldurup sobanın üzerine koydu. Bu yorgunluğa çay iyi gider. Pençe ve Keleş’e kasaptan aldığı kemikleri balta ile kırarak kulübelerine kadar götürerek verdi. Kapının yanındaki taş oturağa oturdu. Yarın Komutan Fethi Bey, jandarmalarla gelerek silahları alacaklar. İyi oldu silahları verdiğim, paslanıp çürüyeceklerdi. Zaten bu kış son kışım burada, artık evime kavuşacağım. 

Mahur, neden bana sık sık söylediklerimi tekrarlatıyor? Anlayışı kıt desem kıt değil. Leb demeden leblebiyi kapıyor. Ne dedim, “Sen de bu kadar güzel olmayaydın.” Tabi ya, onun güzel olduğunu bilmeyerek söylemiş oldum. Allah’tan güzel kız. Ben bu kızı seviyorum galiba. Galibası var mı Paşa, bal gibi seviyorsun. Ben seviyorum da o ne düşünüyor? O da seviyor. Sevmese bu mağara adamıyla ilgilenir miydi? 

Çayını doldurdu. İştahla ilk yudumunu aldı. Çay da çay oldu ha. Mahur da olsaydı karşılıklı içseydik, bu çayın tadı bir o kadar daha güzel olurdu. Kara gözlüm, ya o yaşmağın altından beline kadar inen saçlar. Gerçekten güzel bir kızsın Mahur. 

Biten bardağını yeniden doldurdu. Buranın suyuyla çay çok güzel oluyor canım. Paşa, sen her zaman aynı sudan çay demleyip de içmiyor muydun? Evett… E, bu akşam çay neden bu kadar güzel geldi sana ki? Var bunda bir hayırlısı. Hayırdır, hayır. Ben bu kıza aşık oldum. İlk fırsatta ona sevdiğimi söyleyeceğim. Hele çoktandır çalmadım, şu kavalımı alayım elime. 

Kavalı tam ağzına götürüp çalacaktı ki gaz lambasının çevresinde iki arının uçuştuğunu gördü. Dışarıda kaldı zavallılar dedi. Lambaya değseler yanacaktılar. Kavalı, yana bıraktı, kalktı. Elini arılara uzattı. İki arı da el uzatılmasını bekler gibi parmaklarını ucuna kondular. Diğer elinin parmaklarını arılara değdirmeden üzerlerinde sever gibi gezdirdi. Omuzuna yaklaştırdı. Uçan arıların bir sağ, diğeri de sol omuzuna kondu. Bir sağdakine bir de soldakine baktı. Kanatları açıktı ama uçmuyordular. Bu akşam bir şey olmasın, çok yorgunum. Arılar bir süre sonra tekrar uçup, lambanın çevresinde kanat çırpmaya başladılar. 

Yanan soba, mağaranın içini ısıtmıştı. Gözlerinden uyku akmaya başladı. Postallarını çıkardı, soyundu, yorganı kaldırıp içine girdi. Yastığını dikledi. Bir süre kanat çırpan arıları izledi. Yavaş yavaş gözleri kapanıyordu ki Esirahtos’ta kurtların uluması ile kapanmakta olan gözleri açıldı. Pençe ve Keleş, havlayarak karşılık vermeye başladılar. 

Mağaranın üzerinden gelen gürültü ile yatağından fırladı. Büyük bir kaya parçası, önce mağaranın üzerine vurduktan sonra bayır aşağı yuvarlanmaya başladı. Ziridanın Deresine düşen kaya parçası büyük bir gürültü ile parçalandı.

Kaya parçasının vurması ile sarsılan mağaradan topraklar döküldü. Yeniden vuran bir kaya parçası daha büyük ses çıkardı. İlk kez böyle bir durumla karşılaştığı için şaşkındı. Bir an ne yapacağını bilemedi. Aralıklarla mağaranın üzerine vuran kaya parçaları büyük bir gürültüyle bayır aşağı yuvarlanıyordu. Yuvarlanan kayaların ardı arkası kesilmiyordu. Adeta mağara çökecek gibi oluyordu. Gökten kaya yağar gibiydi. 

Uluyan kurtlar sustu… Pençe de Keleş de sustu… Kayalar susmadı. Vurdukça vuruyordu mağaranın üstüne… İçerisi tozdan görünmüyordu. Paşa, nefes almada zorlandığını fark edince kapıya yaklaştı. Pencerenin demir kapağını açtı, içeriye temiz hava dolunca biraz olsun rahatladı. Kayalar önceki gibi sık da olmasa zaman zaman mağaranın üstüne vurup aynı gürültüyle yuvarlanıyordu. Pencereye yaklaştı, çaprazdan dışarıya baktı. Dolunay, en güçlü ışığını veriyordu. Dal kıpırdasa görünecek gibi apaktı dışarısı. Peki ama bu yuvarlanan kayalar neyin nesiydi?

Şimdi anlaşıldı. Ulan soysuzlar, beni korkutmaya, mağarayı yuvarladığınız kayalarla üzerime yıkmaya çalışıyorsunuz.  Bunun hesabını size sormasam bana da Paşa Osman’ın oğlu Paşa demesinler. Karşı kayalıklarda yankılanan silah sesleriyle kayaların yuvarlanması durdu. Bunlar, onlar. Korkaklar bir de beni korkutup mağaradan çıkacağımı sanıyorlar. Karşı kayalıklara kendisine gelen yankıya aldırmadı. Uzun namlulu silahını penceren dışarı uzattı, aralıklarla ateş etmeye başladı. Ziridanın Deresi önce kayalar daha sonra da silah sesleri ile inliyordu. 

Mağaranın içerisinde toz biraz olsun dinmişti. Yatağının, kap ve kaçağının üzerinde iki parmak kalınlığında oluştuğunu gördü. Dışarı çıkmak istiyordu ama, yeniden kaya yuvarlasalar, altında kalmak içten bile değildi. 

Kayış Osman bunun hesabını sana sormazsan namerdim. Bu senin işin yoksa o soysuzların aklı değil. Yüzü gözü de toz içerisinde kalmıştı. Sobaya yeniden odun attı. Demlikteki çayı bitmişti. Bu gece uyumayı düşünmediğinden ağzına kadar su doldurdu kara demliği. Kaynamasını bekledi. Kaynayınca her zamankinden daha fazla çay attı. Demli olmasını, gelen uykusunu kaçırmasını istiyordu. 

Demir kapının kilidini çevirdi. Her zamanki gıcırtıyla açtı. Bu gece kapının gıcırtısı daha kuvvetli geldi kulağına. Pençe ve Keleş, hemen koşarak yanına geldiler. Atlet külot kalıncaya kadar soyundu. Çıkardığı elbiselerini silkeledi. İçeri girdi. Tozlanmış yorganını yavaşça katladı. “Sabah temizlerim” dedi. Terekte duran ve üzeri tozla kaplı olan Arap sabununu aldı. Oluktan serçe parmağı kadar akan suyun altına başını koydu, sabunladı. Pençe ve Keleş sahiplerini izliyordu. Başını sabunladı, sabunladı. Güzelce duruladı. 

Ay, bu geceyi bir başka aydınlatıyordu. Ne güzel ağız tadıyla çay içmişti. Yorgunluğunu almıştı. Huzur dolmuştu içine. Durulandı. Diklendi. Kulaklarına gelen “Paşa Osman’ın oğlu Paşa” sözleri kulaklarına kurşun gibi işledi.

(Devamı var)

YORUM EKLE