Paşa'nın Petekliği (8)

-Hoş geldin bey kızı.

-Hoş bulduk Guş Nene, nasılsın?

-Sağol güzel kızım. Bu kadersizle geçinip gidiyoruz.

-Helvanı getirdim nenem.

-Zekiye bak bey kızı helva getirmiş, bugün şanslıyız, Paşa da getirecek.

-Paşa da mı dedin nenem?

-Evet bey kızı.

-Nenem aslında ben senden bir şeyi öğrenmek istiyorum. Bu bizim Ziridanın Deresinde, Paşa Osman diye biri yaşamış. Az önce adını söylediğin Paşa da onun oğluymuş. Zekiye bize çay demlerken bu Paşa Osman’ı anlatır mısın?

-Baban anlatmadı mı sana kızım?

-Anlatmadı Guş nenem.

-Anlatayım, anlatayım da nereden başlayayım a benim kızım. O babayiğidi anlatmakla bitiremem ki, koca bir destan saatler alır, benim nefesim yetmez ona bey kızı.

-Hepsini bir kerede anlatma nenem, bugün birazını, yarın da kalanını anlatırsın.

-Senin dediğin olsun güzel kızım. 

Guş Nene, sağ dizini kırdı. Kolunu dizinin üzerine koydu. Evin duvarına sırtını iyice yasladı. Yaslamasına yasladı ama beli bir kez kamburlaşmıştı. Başı yine önüne eğikti. 

-Şano Temel’i duydun mu kızım?

-Duydum, onun hikayesini babam anlattı.

-İşte Şano Temel şehit olduktan sonra Rusların işgali ile şımaran Ermeni çeteleri azıttıkça azıtıyorlardı. Onlar için Şano Temel korkulu rüyaydı ama önlerinde Paşa Osman, Kartal Mustafa ve Baloğlu Hikmet diye üç babayiğit daha vardı. 

Paşa Osman’ın nerede yatıp kalktığını bir Allah biliyordu bir de kendisi. Nerede yatar, nerede kalkar kimse bilmezdi. Bir omuzunda mavzer, diğer omuzunda Alaman beşlisi vardı. Armalar çiftte çiftti. Gün geçmiyordu ki Paşa Osman’ın şu kadar Ermeni’yi öldürdüğü haberi gelmesin. Yediden yetmişe herkes Paşa Osman’ı tanırdı. Onu görenler, elinde avucunda ne varsa sırtındaki camadana koyuyordu. Bir de izbandut gibi bir köpeği vardı. Paşa Osman nerede İzbandut da onunlaydı. Geceleri pusuya yatar, katliama çıkan Ermenilerin leşlerini yere sererdi. Ermeniler neye uğradıklarını şaşırırlardı. 

Yine böyle yaz günüydü. Paşa Osman, sonradan öğrendiğimiz Ziridanın Deresi’ndeki mağarasından çıktı. Pusatları omuzunda İzbandut arkasındandı. Mehmetaliler’in çeşmesine az yolu kalmıştı ki, silah sesleri artarda geldi. Hemen pusuya yattı. Ermeni çeteleri çeşmede azıklarını yiyen ana ve babayı kurşun yağmuruna tutmuşlardı. Paşa Osman, silah seslerinin geldiği yere doğru sine sine yaklaştı. Dört-beş Ermeni çetesi sevinçten havaya ateş ediyorlardı. On yaşlarındaki bir çocuğu ise çeşmenin üzerine oturttular. Çevresinde ha bire dönüyor, çılgınca sesler çıkarıyorlardı. Sipere yatan Paşa Osman, bu çılgınlığına daha fazla dayanamaz ve Ermenilere veryansın eder kurşunu. Karı-kocayı katleden Ermeniler artık yoktu. Korkudan titreyen çocuğun yanına gelir, sever, okşar. Elinden tutarak doğruca benim yanıma gelir. Durumu bana anlatır ve çocuğu bakmamı ister. Guş Nene, der, ben her hafta cuma günleri geleceğim, ihtiyacınız olan her şeyi getireceğim. Bu çocuğun anasını-babasını Ermeniler katletti, çocuk sana emanet. 

-Sen ne dedin nenem?

-Ne diyeyim kızım, çocuğu ortada bırakacak değildim, aldım kabul ettim.

Bey kızı, Guş Nene’den hikayenin gerisini anlatmasını ister. Guş Nene, eli ile helvadan bir parça koparır ağzına atar, Zekiye’nin getirdiği çaydan bir yudum daha alır. 

-Paşa Osman’a çocuğun adını sordum. Bana ‘Bilmiyorum’ dedi. Adı ne olsun diye sordum, ‘Adını sen koy nenem.’ Ben de adını onun adından dolayı Paşa koydum. Söz verdiği gibi her hafta cuma geceleri çantası dolu gelir, ihtiyacımız ne var ise karşılardı. 

Ruslar, çekildikten sonra Ermenileri iyice korku sarmıştı ama boş durmuyorlardı. Baloğlu Hikmet’i, Yazılıtaş’ta namaz kılarken katlettiler. Bu haber Paşa Osman’ı iyice çileden çıkarır, nerede bir Ermeni çetesi görse veryansın ederdi kurşunu. Ele geçirdiği silahları da mağaraya taşırmış. 

Paşa, gittikçe büyüdü, on beş yaşında olmasına rağmen delikanlı olmuştu. Ana ve babasının katledilmesini hatırlıyordu. Paşa Osman’a baba diyordu. Her cuma gecesi baba dediği Paşa Osman ile birlikte oluyorlardı. Paşa Osman, Paşa’ya silah kullanmayı öğretiyordu. Kısa bir süre sonra attığı hedefi on ikiden vurur hale gelmişti. 

Yine bir gün Paşa Osman çıktı geldi. Neşeden gözlerinin içi gülüyordu. Çantasından oldukça büyük bir anahtar çıkardı, bana uzattı. Oğlunu da karşısına aldı. 

-Ana bu anahtar mağaranın anahtarıdır. Sende dursun. Oğlum Paşa, yirmi yaşına geldiği zaman anahtarı ona vereceksin. O, mağaraya gidecek, orada kalacak. Mağaranın içi bir ev gibi dayalı döşeli. Orada arıcılık yapacak. O derenin balı hiçbir yerde olmuyor. Mustafa Kemal, adında bir yiğit çıktı. Eli silah tutanı askere çağırıyor. Ben cepheye gidiyorum. Hakkınızı helal edin. 

Daha sonra, oğluna dönerek, mağaranın içerisinde bir kapı olduğunu, silahları oraya gizlediğini söyledi. Ona kendi giydiği bir gömlek verdi. Paşa’ya, ‘Rumlar yemesin diye bütün kovanları dere aşağı yuvarladım. Sen yirmi yaşına geldiğinde o mağaraya gideceksin. Kovanları yeniden toparlayacaksın. O arılar orayı terk etmez. Öyle cins arılardır. Bulduğun arı kümesini kovanlara yerleştir’ diye nasihat etti. Orada arıcılığa başlamasını üstüne basa basa tembihledi. Hepimizle helalleşip ayrıldı, O gidiş gitti, bir daha geri dönmedi. Babasının vasiyetini tutan Paşa da yirmi yaşına gelince mağaraya yerleşip arıcılık yapmaya başladı.

-Yani Paşa, Paşa Osman’ın öz oğlu değil nenem.

-Evet bey kızı.

-Sağol nenem ağzına sağlık. Var mı daha anlatacağın?

-Şimdilik bu kadar bey kızı, aklıma gelirse daha sonra anlatırım.

Mahur, evine dönerken Guş Nene’nin anlattıkları bir sinema şeridi gibi gözlerinin önünden gelip geçiyordu. Paşa Osman’ın oğlu Paşa. Mağarada yaşıyor, arıcılık yapıyor Ziridanın Deresinde. Bir insan mağarada nasıl yaşar. Nasıl mağaranın içi? Guş Nene’nin anlattığına göre dayalı döşeliymiş. Çok merak etmeye başladım mağarayı. Baksana kışın soğuğundan korunmak için mağaraya soba bile kuruyormuş. Duman çıksın diye de mağarayı üstten delerek baca olarak kullanıyormuş. Benim o mağaraya girmem lazım ama nasıl?

-Çok dalgınsın bey kızı

Mahur başını kaldırdı. İlk kez balcı Paşa’yı ayakta görüyordu. Uzun boylu, cüsseli bir yapısı vardı. Heybesi omuzundaydı. 

-Sen miydin balcı Paşa?

-Adımı biliyorsun?

-Guş Nene’den öğrendim.

-Guş Nene’den mi? O mu söyledi sana adımı?

-Evet… Sen şimdi bırak da neden geldin?

-Sen nasıl Guş Nene’yi ziyaret ettinse ben de ziyaretine geldim. 

-İyi, evdeydi, az önce yanından ayrıldım.

-Beni mi sordun ona?

-Seni niye sorayım ki? Ondan her zaman bir hikaye dinlerim, bu sefer de Paşa Osman adında bir babayiğit varmış onu anlattı bana.

-Benim onun oğlu olmadığımı söyledi mi sana?

-Söyledi.

-Ne dedi?

-Öz oğlu değilmişsin, ananı-babanı Ermenilerin katlettiğini anlattı.

-Beni de kendisinin büyüttüğünü anlattı mı?

-Anlattı.

-O zaman benim kim olduğumu iyice öğrendin.

-Öğrendim.

-Mağarada yaşadığımı da anlattı mı?

-Anlattı.

-Güzel, artık çantayı verir balı alırsın.

-Ne çantayı veririm ne de balı alırım.

-Sen bilirsin.

Paşa, Mahur’a bir kez daha dikkatlice baktıktan sonra Guş Nene’nin ahşap evine yöneldi. Ev çatısız ve toprak damdı. Kapı ve pencere doğramaları iyice eskimişti asırlık binanın. Yavaşça, çevirmenin kapısını araladı.

-Guş nene.

Guş nene ses vermeyince bir kez daha seslendi. Yavaş yavaş, dış sıvası dökülmüş binaya doğru ilerledi. Guş Nene’yi kapıda oturur buldu.

-Sen miydin Paşa gel oğlum.

-Benim nenem.

Guş Nene’nin elini öptü. Omuzundaki heybeyi kapı eşiğinin üzerine koydu. Derin bir nefes aldı. Yorgun olduğu her halinden belli oluyordu. 

Uzun uzun Paşa’ya baktı. Daha da cüsseli olmuştu görmeyeli. Kolay değil bir yıl geçmişti aradan. İnsan bir yılda bir kere olsun gelmez mi Guş Nenesini görmeye. Sert sert yüzüne baktı:

-Çok hayırsız çıktın be oğul, bir yıldır adam nenesini aramaz mı?

-Deme öyle nenem, bir yıldır arıları toparlamakla uğraşıyordum.

-Arılar benden daha mı kıymetliydi be oğul?

-Senden kıymetli yine sen varsın benim nenem, hele ver o mübarek elini bir kere daha öpeyim.

-Yeter öptüğün. Balımla helvamı getirdin mi?

-Getirdim nenem.

-Şimdi sen dersin ki, ‘Nene ben acıktım’ öyle mi?

-Öyle nenem. Bey kızı yanındaymış, az önce karşılaştık.

-O da babalığın Paşa Osman’ı sordu bana.

-Niye ki?

-Bilmem, bey kızı, köy ile ilgili her şeyi bilmesi lazım.

-Beni de anlattın tabi ona.

-Anlattım.

-Sordu mu beni?

-Sordu.

-Keşke söylemeseydin.

-Niye ki? Varsın öğrensin. Varsın öğrensin de seni nereden tanıyor, söyle bakayım?

-Pazardan. Benden bal almaya geldi. Oradan tanıyor.

Zekiye, ağaç tepsinin içerisinde tereyağı, peynir, ekmek ve çay getirip Paşa’nın önüne koydu. 

-Nene sana da çay vereyim mi?

-Ver kızım ver, ben de boş durmayayım. Bu uşak karnını doyursun da bir yıldır ne yaptığını anlatacak bana. Anlatmadan da onu göndermek yok.

(Devamı var)

YORUM EKLE