ŞAİR VE ŞİİR SANATI -II-

Türk şiiri, Ön Türkler döneminde eski Türk şiiriyle, divanıyla, klasik ve modern tarzıyla ve de günümüz yaşayan edebi anlayışıyla derin ve tarihsel çizgisinde devam etmektedir.

 “Üstte gök yıkılmazsa, altta yağız yer delinmezse (çökmezse), Türk milleti, senin ilini, senin töreni kim bozabilir? Türk milleti titre ve özüne dön!”

Türklüğün şehadet parmakları olan Orhun Abideleri ile ilk ürünlerine tanık olduğumuz edebi duyuş ve düşünüş Ön Türklerde Aprınçur Tigin ile şiire dönüşmüştür.

         “Yaruk tengriler yarlıkazun                   Nurlu Tanrı buyursun

Yavaşım birle                                     Yumuşak huylum ile

Yakışıpan adrılmalım                           Bir arada olup ayrılmayalım

Küçlüg biriştiler küç birzün                  Güçlü melekler güç versin.

Közi karam birle                                Gözü karam ile

Külüşügin oluralım                             Güle güle oturalım.” 

                                                              Aprınçur Tigin

          

Türkler, İslam medeniyeti ile tanıştıktan sonra köklü bir milletin (Türk milleti) tarihsel zenginliklerini Arap ve Fars gibi iki zengin kültürle buluşturmuş; sonuçta Divan şiir geleneği oluşmuştur. Fuzuli, Baki, Nedim, Şeyh Galip bu zenginliğin somut göstergeleri olmuştur.

         “Beni candan usandırdı, cefadan yar usanmaz mı?

          Felekler yandı ahımdan muradım şem’i yanmaz mı?”  Fuzuli

        

Divan şiirinden önceki Türk tarihinin, duyuş, düşünüş ve dil anlayışını dilden dile yayan, kulaktan kulağa taşıyan halk yaşayışı dile gelmiş ve her döneme yayılmıştır. Bu edebi anlayışa daha sonraları Halk edebiyatı denilecektir. Tarih pınarından süzülüp gelmiş olan halk şiirimize baktığımızda her dönemde canlılığını görürüz. Bu canlılığın sebebi elbette Türk kültürüne dayanmış olmasıdır. Özündeki sağlamlık, yapmacıklık, doğallık, saflık ve yalınlık onun kalıcılığının ana ögesidir.

         “Taştın yine deli gönül

 Sular gibi çağlar mısın?

 Aktın yine kanlı yaşım

 Yollarımı bağlar mısın?”  Yunus Emre

Karacağolan, Dadaloğlu, Köroğlu hep bu coşkun selin, gür sedanın, öz Türkçenin erenleridir.

Bu erenler,  Köktürk’ün “Tang tengri kelti         Tan tanrı geldi.

                                   Tang tengri özi kelti    Tan tanrı kendisi geldi.

                                   Tang tengri kelti         Tan tanrı geldi.

                               

                                   Tang tengri              Tan tanrı,

                                   Yıdlıg yıparlığ           Güzel kokulu

                                   Yarukluğ yaşukluğ    Işıklı, ışıltılı

                                   Tang tengri               Tan tanrı”   ilahisi Türk milletinin tarih boyunca inanç zenginliğini göstermektedir.

Ön Türkler dönemindeki koşuklar koşmaya; savlar, atasözüne dönüşmüştür artık. Bu dönüşüm doğaldır. Dil, canlı bir varlıktır ve medeniyet nehrinin rengi yer yer değişiklik gösterebilir. Şunu asla ve asla unutmamak gerekir ki Türkler, tarihin her döneminde Türkçeden başka dil kullanmadılar. Ne Arapça ne de Latince ne de Yamyamca… Dünyada gelmiş geçmiş bütün milletler, birbirinden dil ve kültür açısından etkileşimde bulunmuştur. Bu insanın doğası gereği böyledir. Fakat öylesine cahiller vardır ki; Osmanlı Türk devleti zamanında Türklerin Arapça konuştuklarını, yazdıklarını söyleyecek kadar cahil ve ham yobazdırlar. Oysa Osmanlı Türkçesini hiçbir Arap asla ve asla okuyamaz. Çünkü Türkçedir. Yalnızca Alfabe Arap alfabesidir. Arapçada olmayan j, p, ç seslerinin kullanım alanı ve Türk yazı gelenekleri ile artık büsbütün Arap dilinin kurallarından ayrışmıştır. Osmanlı Türkçesiyle oluşturulan Divan Edebiyatı da özüyle, sözüyle Türk’ündür.

Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren milli bir uyanışla binlerce yıllık tarihi ve kültürel mirasa yöneliş başlamış, milli köklerin ne derece önemli olduğu bilincine varılmıştır. Göktürk dönemi eserlerinde hatırlatıldığı üzere;

“Çin Milleti'nin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla aldatıp, uzak milleti öylece kendilerine yaklaştırırmış.”

Biz buradaki Çin milletinin yerine tarihi süreç içinde Farisi, Arap, Fransız ırkını ve Amerika melez ülkesini yerleştirebiliriz. Selçuklu Türkleri devrinde pek çok Anadolu ereni bu hastalıklı özentiye (Taklitçilik) işaret etmişti. Ancak sermayesi din olanın eli daha güçlüydü. Çünkü her türlü kültürel yozlaşmalarına dini kılıf bulmada üstlerine yoktu. Ne yurt ne soy ne de ana sütü gibi ak ve temiz olan Türkçemiz umurlarındaydı. 

“Eline, beline ve diline sahip ol!”

   El: Yurt, ülke’dir.

      Bel: Soy, millet’tir.

           Dil: Türkçe, Gönül teli’dir.

(Yurduna, soyuna ve Türkçene, gönül teline sahip ol!)

Bu duyarsızlık Tanzimat dönemi yenilik hareketlerinde de sürmüştür. Pek çok iyi ve güzelin yanında Avrupa’yı yanlış anlayan ve yorumlayan kişiler yüzünden Avrupa’nın ilim ve fen alanındaki üstünlüklerini bırakmış; yaşam tarzını benimsemişlerdir. Bu da Türk milletini, 6 asırlık ulu çınarı çöküşe götürmüştür. Öyle ki dönemin üniversiteleri olan medreselerde “Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan çıktı?” Tartışması yapıldı. Ortaçağ Avrupa’sının Aforozcu zihniyeti, bir bakıma Anadolu’nun en ücra köşesindeki köylere taşındı. Çocuğu olmayan kadın(!) hekime değil; hocalara gitti. Koca bulamayan genç kızlar hocalara götürüldü. Bu hocaların gerçek İslam ile bir ilişkileri yoktu. Kuran değil; Arap yaşamı din olarak benimsenmeye başlandı. Hz. Peygamberin vefatının ardından pek çok yalan-yanlış hadis uyduruldu. Bu uydurmalar ayetlerden daha çok önemsendi. Sonuç; dini, kültürel ve tarihsel çöküş…

Cumhuriyet döneminde dini doğru anlamak için Kuran-ı Kerim mealleri yaptırıldı. Her Türk çocuğunun rahatça okuyabileceği şekilde Türkçe meal yapıldığından kimse kimseyi dinle kandıramadı. Ayetler açık ve netti. Hadisler derlendi. Kaynağı sağlam olanlar tek bir kitapta toplatıldı. Dini sömürüye son verildi.

Milli uyanış için Türk tarihine bilimsel yaklaşımlar getiren Türk Tarih Kurumu kuruldu. Türkçeyi bilimsel yöntemlerle yeniden ele alan ve tarih boyunca dilimizi bozma eğilimi gösteren özentilere son verilmeye başlandı. Türk dilinin zenginlikleri Orhun Abidelerinden başlanmak üzere ortaya konuldu. Türk Dil Kurumu, tarihi köklerinden koparmadan Türkçeyi zenginlikleriyle yaşatmayı amaç edindi kendine.

Cumhuriyet aydını ne Çin ne Arap ne Farisi ne Fransız ne de İngiliz boyunduruğunu kabul etti. Yalnızca Türk kültürünü ölçü aldı. Tarihinden kopmadan yaşamanın yollarını aradı, durdu. Bu süreçte Türk şiiri hem heceye, dörtlüğe, uyak düzenine yöneliş gösterdi. Bunun yanında edebiyatı güçlü milletlerin gerisinde kalmadan şiir sanatına devam etti. Doğunun da Batının da gerisine düşmeden, onlara öykünmeden, kendi öz şiirini yakalamanın çabasını gösterdi.

Bu yol onlar için uzun bir yolculuktu. “Uzun yola çıkmaya hüküm giydim.” diyen İsmet Özel bunlardandır. O ve onun gibi pek çok aydınımız, tıpkı William Faulner’in Kutsal kitaplar için kullandığı nitelemeyle “Yüreğe dokunmak…” olarak gördüler.

Şiir, büyük zekâların kurduğu rüyalardır. Bu rüyalara baktığımızda sevinç, keder, gözyaşı, ümit, ümitsizlik, gelecek kaygısı, zamandan şikâyet ve daha birçok duygu iç içedir.

Bizim Yunus’un değimiyle; “Taştın yine deli gönül

                                       Sular gibi çağlar mısın?

                                       Aktın yine kanlı yaşım

                                       Yollarımı bağlar mısın?”

Mehmet Akif gibi bir düşünce adamında bunun adı onurlu bir duruşun eseri olan kahramanlık destanı İstiklal Marşı olur. Bazen de bir sitemin adı olan Bülbül olur. Necip Fazıl’da Kaldırımlar ile bayraklaşır.

         “Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında;

Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.

Yolumun karanlığa saplanan noktasında,

Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.

            …

Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi;

Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır.

Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi;

Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.

 …

Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya;

Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi.

Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir uykuya,

Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi...”

Gün gelir Nazım Hikmet’in dizelerinde bir isyanın yansımasına dönüşür. Bu isyan hayatın zorluklarını getirir şaire belki; ama zerrece yılmaz yine de…

“Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,

 Yok edin insanın insana kulluğunu

 Bu davet bizim…”

Türk edebiyatının en girift en buhranlı asrı olarak bilinir 1940 sonrası… Son dönem Türk şiiri, daha metafizik bunalımlara meyillidir. Her şiir büyük sancılarla doğmaktadır artık. Şiirin evrensel gücü bu dönemde fazlasıyla kendini gösterir. Bilimsel gelişmeler, iletişim çağı gibi kavramlar şiirin yazıldığı coğrafyayı saniyeler içinde aşıp gitmektedir.

Şiirin evrensel sesi, imgeleri, musikisi, görsel dokusuyla bütün dünya insanlarına sıcak dokunuşlarda bulunmaktadır. Şiir, ruhun dirilticisi gibi büyüleyici bir yapıya bürünmüştür artık. Anadolu’yu ayağa kaldıracak ruhun büyülü gücü olmuştur zamanla.

“Yağmurlardan sonra büyürmüş başak

 Meyveler, sabırla olgunlaşırmış

 Bir gün gözlerimin ta içine bak

 Anlarsın ölüler niçin yaşarmış”  yaşayan şiir çınarımız Sezai Karakoç’un bu mısralarında aşkın hüzünlü yüzünü bulmayan var mıdır?

“Ağlasam sesimi duyar mısınız,

Mısralarımda;

Dokunabilir misiniz,

Gözyaşlarıma, ellerinizle?”  Orhan Veli’nin bu nefis dizelerinde insan yüreğinin en ince noktalarına temas edilmiştir.

Sonra asrımızın kuşkusuz en büyük ozanlarından olan Abdurrahim Karakoç’u okumanın ve dinlemenin şerefini taşıyan şu gönlüm, onun dizelerinde aşkın insanı nasıl bir olgunluğa taşıdığına tanık oldu. Mihriban benim için her hangi bir kişi değildir.

O, benim için Hun Türkleri dönemindeki İl Bilge Katun,

               Göktürkler dönemindeki Ay Katun,

               Dede Korkut Öykülerindeki geçen Ana Ata,

               Selçuklu ve Osmanlı Türklerindeki ozanlara esin kaynağı olan Elif,

               Mecnun’u çöllere iten Leyla,

               Ferhat’a dağları deldiren Şirin

               Kerem’i gönül yangınında kül eden Aslı,

               Yahya Kemal’in Cemile,

               Nazım Hikmet’in Piraye,

               Abdulhak Hamit’in Fatma Hanım,

               Cahit Sıtkı’nın Mihrimah Hanım,

               Özdemir Asaf’ın Mevhibe Beyat,

               Attila İlhan’ın Maria Missakian,

               Ahmet Muhip Dıranas’ın Fahriye Abla,

               Ümit Yaşar Oğuzcan’ın Ayten,

               Ahmet Arif’in Leyla Erbil,

               Sezai Karakoç’un Muazzez Akkaya’sıdır.

Üstadın; “Sarı saçlarına deli gönlümü

              Bağlamışım çözülmüyor Mihriban

              Ayrılıktan zor belleme ölümü

              Görmeyince sezilmiyor Mihriban.” diyor.

         Son dönem Türk şiirine Erbain adıyla damgasını vuran aydın şair, İsmet Özel, hem hayatı hem de sanatıyla bizlere engin dünyalar sunmaktadır. Önemli olan bu aklı ve gönlü zengin aydınlarımıza kulak vermemiz. Gerisi kendiliğinden gelecektir.

Aklınız ve gönlünüzle yolunuz açık; alnınız ak olsun.

Muzaffer ARSLAN

YORUM EKLE