Edire, Hasköy ve Kodili takip ederek Pumpulak köyüne doğru virajlı ve bir kamyonun zor sığabildiği yolda ilerlerken, Zakir eminin minibüsünün içinde kimler ve neler yoktu ki. Yol, tam olarak yanından akan derenin kıvrımlarının hepsini sahiplenmişti.. Dere sağa, yol sağa. Dere sola, yol sola. Eğer düz akıyorsa dere, yol düz, köpüklü akıyorsa yol bayır. Hiç durmadan akan dere, bahar aylarında köpüklü ve çılgın, yaz ve güz aylarında sakin ve berrak. Ve her geçen kilometrede, taşıdığı su, yamaç vadilerinden gelen küçük suların da katılmasıyla büyürdü.
Minibüsün içine bakma vakti. Ayakları bağlanmış birkaç tavuk, satılmak üzere aracın genelde bagajına ve içine konulan çuvallarda fasülye, patates, elma ve sebzeler. Minibüsün içine mistik kokusu sinen peynir ve tereyağ kokuları. Yumurta dolu sepetler kucakta. Ön koltuk, namı değer şoförmahli, genelde muhtara ayrılır. Orada oturmanın ayrıcalığını hissetmek her kula nasib olmazdı. Çocuk varsa arabada, yer kaplamasın diye genelde anne babasının kucağında, doğal olarak ta çocuktan para almazdı Zakir emi. Minibüste konuşmalar hep aynı kopya; bostanlar sürüldü mü, ekinler ekildi mi, oduna gidildi mi, sarıkızı kaç paraya sattı, atın ayakları nallandı mı… 35-40 km mesafeli yol genelde 1 saatte gidilirdi. Sabahın erken saatlerinde şehere düşenler genelde soluğu çorbacıda alır ve haşlama ile kahvaltı yapılırdı. Elbet minibüsten inerken, dönüş saati Zakir emi tarafından çoktan bildirilmiş olurdu. Minibüs, çiçek abbas minibüsü, burunlu ford marka. Dönüş yolunda sohbetler biraz şehir havasına bürünür, karşılaşılan ve görüşülen insanlar hakkında hasbihaller yaşanırdı.
İşte öyle zamanlardan birinde, Pumpulak köyünü geçip, Kodile doğru ilerlerken, yoldan birisi el hareketi ile minibüsü durdurmuş ve o felaket haberini vermişti. Kodil uçtu. Musalla deresinin her iki yamacına yerleşmiş, güneş yanığı taş yamaçların altına doğru, elma ve vişne bahçeleri içinde bir vahayı andıran Kodil, nasıl olur da uçardı benim çocuk aklımda. Minibüs sakin sakin ilerlemeye devam etti ve biraz sonra kapanan yolu gördük. Büyükçe bir kayanın etrafında ki çakıllarla dolu toprak dereye kadar kayarak yolu tıkamıştı. Tüm yolcular arabadan indik. Elimize alabildiğimiz kadar yüklerimizi alarak, önümüzdeki yamaca tırmanıp, uçan yerin diğer tarafına geçtik. İşte o zamanlarda anlamıştım, sadece derdimizin kar, çığ ve sel mağduriyetleri olmadığını. Heyelan da bizim için felaketti. Ama bizde ki adı Heyelan değil, uçmak fiili ile anlatılan felaket. Şimdilerde söz konusu yer tünel olarak geçiliyor ve ben her sene gittiğim memlekette, en az bir kere sırf o duyguyu yaşama adına o tünelden geçiyor ve o heyecanı yaşıyorum. Bir de kendime gülüyorum, köyün tamamen uçtuğu fikrini hatırlayarak.
Bir kış günü dedemi ziyaret edip, sonrasında tipi var gitme kal ısrarlarına rağmen yola çıkıp, birkaç gün sonra köpeği ile birlikte çığ altında kalarak hayatını kaybeden, Manastırlı, dedemin ahbabının ölüm haberi halen aklımda. Sanırım adı Salim di. Uzun boylu, oldukça iri ve yüzü kabarık sakallı, pala sayılabilecek kadar kalın bıyıklı. Başına taktığı gugul, ayaklarına giydiği ve dizlerinin üzerine kadar çıkan siyah kıl çorapları ve üzerinde ki kalın paltosu ile, nenemin yaptığı kesme makarnayı yerken, kaşığa eşlik eden diğer elini de unutamam. Malum, bol tereyağlı makarna kaşıktan yere düşmesin. Mevla rahmet etsin.
Çok çileler çekmiş eskilerimiz. Bugün şikayet ettiklerimizi düşündükçe insanın ne söyleyeceğini bilememesi işte bu yüzden olsa gerek.
Memleket isterim demiş ya şair, kısaca, herkesin mutlu olduğu. Ben de öyle diyorum işte.
Selam olsun Pumpulak deresine, Kodile, Hasköye… Oradan, Musalla ve Karamustafa olarak ikiye ayrılan derin vadilere. Musalla ve Karamustafa derelerinden gelip, Pumpulakta Harşit ile birleşen yerin adı İKİSU dur.
Bana kalırsa, oranın adı, İKİSU değil, İKİSEVDA olmalıydı ya hadi neyse, yıllardır bıkmadan usanmadan orada buluşuyor köpüklü sular. Sadece buluşan sular olsa iyi, derin vadilerin, sarp yamaçların dertleri, kederleri ve sevinçleri de orada buluşup akmıyorlar mı yıllardır.