Paşa'nın Petekliği (17)

Paşa, heybesini omuzuna attı. Şakir Hocanın unuttuğu feneri eline aldı. Çeşmenin arkasından petekliğe sapan yola yavaşça girdi. Tam Ziridanın Deresini geçiyordu ki, ortalık birdenbire aydınlandı. Çakan şimşek gecenin karanlığını bir kurşun gibi deldi, doğa apak oldu. Çam ağaçlarının yapraklarını görürcesine şimşek çaktı. Ardından büyük bir gürültü. Paşa, böyle bir gök gürültüsü duymamışçasına:

-Yağacak Keleş, hızlı gidelim.

Gök gürültüsünün ardı arkası kesilmiyordu. Çökek, Esirahdos, Argomidi, Düz Tarlalar apak oluyordu. Aniden bardaktan boşanırcasına yağmaya başladı. Pençe, mağaranın önünde durmadan havlıyordu. Sahibinin geç gelmesi onu da meraklandırmış olacaktı ki, gök gürültüsü ve aşırı yağmura rağmen durmadan havlıyordu. 

-Haydi Keleş, bu yağmur bizi perişan edecek, baksana toprak ayağımızın altından kaymaya başladı.

Yürüdükleri rampadaki patika yolundan yağan yağmurla öyle çamurlu su akıyordu ki, yürümek adeta imkansızdı. Paşa, tepeden tırnağa ıslanmıştı. Omuzundaki heybe gittikçe ağırlaşıyordu. Rampa yukarı heybeyi taşımak nerede ise imkansız hale geliyordu. İyi ki Şakir Hoca fenerini unutmuş, yoksa bu havada bu rampayı çıkmak imkansızdı. Yağmurdan sönmesin diye feneri önünde tutuyordu. 

Kendisi de Keleş de tık nefes mağaranın önüne çıkabildiler. Dizlerinin bağı çözülmüştü. Yağmur, başladığı gibi aynı şiddette devam ediyordu. Bir an önce kendisini mağaranın içine atmak istiyordu ama dizlerinde ayağa kalkacak derman kalmamıştı. Pençe, hemen koşarak yanına geldi. Yüzünü yalamaya başladı. O da sırılsıklam olmuştu.

-Sen niye ıslandın Pençe?

Keleş ve Pençe’ye tutunarak zorla ayağa kalkabildi. Omuzundaki heybesini demir kapının önüne bıraktı. İçinden anahtarı çıkardı, kilidi açtı. Omuz vererek kapıyı büyük bir gıcırtıyla açtı. Kendini güçlükle içeri attı. Pençe ve Keleş, kapının önünde onun yüzüne bakıyorlardı.

-Niye duruyorsunuz, hadi gelin içeri.

Kuyruklarını sallayarak içeri girdiler. Paşa, tüm ıslaklığına rağmen, hemen sobaya odun atıp yakıverdi. Tepeden tırnağa soyunarak, babasının yaptığı dolaptan çamaşırlarını çıkardı. Giyindi. Yanan soba ile mağaranın içi ısınmıştı. Pençe ve Keleş, sobanın yanına yaklaştılar. Onlar da sırılsıklamdı. Sobanın verdiği sıcaklıkla, başlarını karınlarına koyarak uyudular. Paşa, demlenen çaydan bardağını doldurdu. Bir an önce içini de ısıtmak istiyordu. Üç dört çekişte bardağını bitirdi, yenisini doldurdu. Dışarıda şimşekler çalıyor, yağmur aynı hızla devam ediyordu. 

Pençe, başını kaldırdı, Paşa’nın gözlerine bakıyordu. Belli ki karnı açtı. Paşa, onu da düşünmüş, yeminin ısınması için çoktan sobanın üstüne koymuştu. Yalın piştiği kazanı karıştırdı. Onlara ait   kapların içerisine döktü. Kokuyu alan Keleş de uyanmıştı hemen yalın başına koşarak yemeye başladılar. Kısa bir sürede yallarını bitirdiler. 

-Gelin yanıma, üzeriniz kurudu, karnınız doydu. 

Çökek Şelalesinden akan suyun sesi gittikçe artıyordu. Kankana Yaylasına yağan yağmur, sele dönmesiyle şelaledeki su arttıkça çıkardığı büyük gürültü gök gürlemesine karışıyordu. 

-Böyle devam ederse, yer yerinden oynayacak. Dere kenarlarında bağ, bahçe bostan kalmayacak. Çit Deresi silip süpürecek. Allah’ın işi bir şey diyemeyiz. 

Sobanın verdiği sıcaklıkla yavaş yavaş gözleri kapanıyordu. Oturduğu yerden kalktı. Kendi gaz fenerini yaktı, Şakir Hocanın unuttuğu feneri söndürdü. Ağaç peykenin üzerine yaslandı. Yastığını biraz dikledi. Upuzun uzandı. Keleş ile Pençe de yeniden başlarını karınlarının üzerine koyarak sobanın etrafında yerlerini aldılar. 

Dışarıda yağmur durmuştu ama gök gürültüsü eksik olmuyordu. Pençe ile Keleş, sobanın başından kalktılar. Demir kapının yanına gelerek kuyruklarını sallamaya başladılar. Kapı birkaç kez çaldı. Pençe ile Keleş havlamıyor, kapıya bakarak kuyruklarını sallıyorlardı durmadan. Paşa, çalan kapı ile uyandı. Gaz fenerinin fitilini yukarı verdi. Mağaranın içi iyice aydınlandı. Kapıya baktı. Dostları havlamıyor, kuyruklarını sallamalarına şaşırdı. Bunlar şimdiye ortalığı yıkmıştı, neden havlamıyorlar diye sordu kendi kendine. 

Kapı bir kez daha çaldı. Mağaranın demir penceresinden dışarı baktı. Kapkaranlıktı, dışarıda bir şey görünmüyordu. Bu kez:

-Kim o? diye seslendi.

-Aç evlat aç, ben Şakir Hoca.

-Aman Hocam. 

Hemen kapıyı açtı. Hızla çekti. Şakir Hoca karşısındaydı. 

-Gel hocam gel, ıslanmışsındır, gel içeri.

-Yok ıslanmadım, fenerimi almaya geldim.

-Fenerini mi, niye zahmet ettin hocam. Kaybolmasın diye yanımda getirdim. Heybeme koyup gördüğüm yerde sana verecektim. Hele gel içeri, çayı az önce demledim. Hemen bir bardak çay vereyim, için ısınsın.

-Girmeyeyim evlat, fenerimi alıp gideyim. 

-Ne gitmesi hocam, konuğum ol, sabah gidersin. Gel içeri.

Israra dayanamayan Şakir Hoca, içeri girdi. Paşa, mağaranın kapısını aynı gıcırtıyla örttü. 

-Hocam, ıslandın mı?

-Yok evlat.

-Nasıl olur hocam o kadar yağmurda nereye sığındın ki ıslanmadın. 

-Mehmetaliler’in Çeşmesinin daldasına.

-Hocam, bana gözlerini yum dedin, yumdum. Aradan biraz zaman geçti. Açayım mı diye sordum. Hatta birkaç kez sordum. Senden cevap alamayınca gözlerimi açtım ama sen yoktun. Seslendim, ses vermedin hocam.

-Fener sana lazım olur diye sana bıraktım evlat.

-Bana bilerek mi bıraktın.

-Evet, şimdi fenerimi ver de gideyim. 

-Olmaz hocam. Baksana Çit Deresinin sesi ta buraya kadar geliyor. Yuvarladığı taşlar nasıl gürültü çıkarıyor. Suyu çok arttı, belli ki her şeyi silip süpürüp götürüyor. Hatta, Ziridanın Deresinden de çok büyük sel geldi, karşıya geçemezsin. Çökek Şelalesinin sesine baksana hocam. Seni ikinci kez görmüşüm, bırakamam. Yorgunsundur, yat dinlen hocam. Sabah da kahvaltıyı beraber yapar gidersin.  

-Evlat, Zermut’ta Koca Yusuf Dede, Hakkın rahmetine kavuştu. Ölmeden önce ‘benim cenaze namazımı Şakir Hoca kıldırsın demiş’, yarın onun cenaze namazını kıldıracağım. Onun için kalamam.

-Koca Yusuf Dede, öldü demek, bilmiyordum hocam. O zaman birlikte gidelim. 

-Sağol evlat. 

-Hocam, bu gece vakti gitme. Seni en iyi şekilde ağırlarım. Sabah erkenden kahvaltımızı yapar birlikte gideriz. Ben gelirken Feride’nin bostanından bir ayının çıktığını gördüm. Varır yolda ayıya rastlarsın.

-Korkma evlat. Beni düşündüğün için sağol. Sen ver fenerimi gideyim. 

-Peki hocam. Vereyim ama gazı azaldı, doldurup vereyim. Gece yol alacaksın, sana bu havada çok lazım olacak.

Paşa, mağaranın kapısını büyük bir gıcırtıyla yeniden açtı. Dışarı çıktılar. Eğildi Şakir Hocanın elini öptü, feneri verdi. Pençe ile Keleş de dışarı çıkmıştı. 

-Kal sağlıcakla evlat.

-Yolun izin açık olsun. Çulçula Şelalesi karşısındaki dönemeci aşıncaya kadar bakacağım seni hocam.

-Üşürsün, gir içeri ben giderim Allah’ın izni ile.

Şakir Hoca, rampayı büyük bir dikkatle indi. Paşa’nın dediği gibi kayalıklarda toprak diye bir şey kalmamıştı. Hala yağmur suları çamur olmuş akıyordu. Sel gelen Ziridanın Deresini taştan taşa atlayarak geçti. Çulçula Şelalesinin karşısındaki dönemeci dönerek gözden kayboldu.

Paşa, Keleş ve Pençe ile içeri girdi. Demir kapıyı kapattı. Hava dışarıda gerçekten soğuktu. Sobanın üzerindeki çaydan bir bardak daha içip uzandı. Dostları ise sobanın çevresinde yerlerini alarak başlarını karınlarının üzerine koydu. Dışarıdan Çökek Şelalesinin sesinden başka ses gelmiyordu. Yavaş yavaş gözleri kapanan Paşa, yorgunluğun da etkisiyle derin bir uykuya daldı.

Xxx

Gün ağarmıştı. Hanımağa sabah namazını kıldıktan sonra mabeyine indi. Mahur hala kalkmamıştı, belli ki dün çok yorulmuştu. Ocağı yakan Hanımağa, çay demliğini de koymayı unutmadı. Dış kapıyı açtı. Dışarı çıktı. Akşamdan bardaktan boşalırcasına yağan yağmurun etkileri gün ağarınca daha da belli olmaya başladı. Köyün içerisindeki yoldan akan sular, toprak olan yolu iyice bozmuş, adeta derin çukurlar oluşturmuştu. 

Çardağa geçti. Hava biraz serindi ama üşümüyordu. Bitişik binadaki evde kalan kahya Servet karısı Mürüvvet’le birlikte onlar da dışarı çıktılar. Hanımağa’yı çardakta oturur görünce yanına geldiler.

-Hayırlı sabahlar hanımım.

-Hayırlı sabahlar, gelin oturun. Ha Mürüvvet oturmadan ocağa çay suyu koymuştum, bak kaynadıysa çayımızı demle.

-Olur hanımım.

-Otur kahya.

Hanımağa, eli çenesinde, düşünceli olduğu her halinden belli oluyordu. Gece gördüğü kötü rüyaları hayra yormaya çalışıyordu. Bu Çakıroğlu Reşat, her ne kadar bir daha yapmayacağım dese de doğrusu Hanımağa’ya pek inandırıcı gelmemişti.

-Ne dersin kahya?

-Buyur hanımım?

-Ne olacak bu işin sonu?

-Hangi işin hanımım?

-Çakıroğlu Reşat’ın, bırakır mı dersin kızımın yakasını?

-Bırakmasa kendisi bilir.

-Adam, kızıma bir kötülük yaptıktan sonra, öldürsen de ne yazar?

-Verelim bizimkilerden birine birkaç kuruş, halletsin onu?

-Nasıl halledecek?

-Öldürsün demek istedim.

-Olmaz kahya. Başka çare bulmak lazım. Ölen toprağa, öldüren mahpushaneye. Olmaz öyle şey. Başka tedbir almak lazım ama nasıl? Yok mu Mahur’un sevdiği kahya?

-Duymadım hanımım ama…

-Söylesene be adam aması ne?

-Paşa ile çok yakın görünüyorlar.

-Paşa Osman’ın oğlu mu?

-Evet hanımım.

Mürüvvet kadın, elinde çay bardağı ile geldi. Çayı Hanımağa’nın önündeki küçük ve alçak masaya koydu. 

-Kocana niye getirmedin kızım?

-Biz yeni içtik hanımım onun için getirmedim.

-Olsun, sen getir. Bir de bak bakalım Mahur kalktı mı?

-Hemen hanımım.

Çayından birkaç yudum alan Hanımağa, boş bardağı masanın üzerine bıraktı. Gözlerini gelincik taşlarına dikti. 

-Nasıl da taş olup kalmışlar?

-Kim taş olmuş hanımım?

-Hiç canım öylesine dedim. Çiftliğin durumu nasıl kahya?

-Çok iyi hanımım.

-Var mı bu bayramda satabileceğimiz kurbanlıklar?

-Var hanımım. Elli-altmış kadar var.

-Kışa fazla hayvan bırakmayın. Baharla birlikte yeniden alırız. Yağ ve peynir durumumuz nasıl?

-Onlar da iyi hanımım. Peynirle yağı Zigana’dan Lütfi Ağa almak istiyor, uygun fiyatla.

-Vereydiniz.

-Size sormadan vermek istemedim.

-Uygun fiyatla verirsiniz.

-Mandırayı da kışa girmeden badanasını yapıp iyice temizlesin çocuklar.

-Olur hanımım.

(Devamı var)

YORUM EKLE