Zamanın İzleri

Tarihin belirli dönemlerinde insanlar içinde yaşadıkları coğrafyalardan zaman zaman başka yerlere sürüklenmişlerdir. Ülkemizde dün olduğu gibi bugünde göçlerin kalpğahı konumundadır. Göçlerle birlikte oluşan muhacirlikler zaman içinde acı hatıralar bırakmıştır. Muhacirlik ve bu durumun ortaya çıkardığı sonuçlar, dört zümreyi ortaya çıkarır; gidenler, kalanlar, ölenler, geri dönenler…. Bu dört camia toplumun yapısını inceleyenlerin ilgisini her zaman çekmiştir. Bizler ise bu bağlamda kültürel hafızamızın inşası amacına yönelik yeni bir grup olarak “hatırlayanlar” arasına girmek istedik, zamanın izlerini takip ettik insanımızın hafızasında iç sızlatıcı hatıralar barındıran muhacirlikle ile anlatılanların bir kısmını nakledelim dedik. 

Ahmet Refik (Altınay), son devir tarihçilerimizdendir 17 Nisan-20 Mayıs 1918 tarihleri arasında, Ermeni zulümlerini yerinde tespit etmek için kurulmuş tarafsız bir heyetle yabancı gazetecilere başkanlık ederek Batum, Trabzon, Gümüşhane, Erzincan, Erzurum ve Artvin'e yapılan geziyi “Kafkas Yollarında” adlı altta yer verdiğimiz eserinde o hatıraları anlattığı Gümüşhane bölümü ile ilgili notları aşağıda sunmaya çalıştık.

….Zigana'da yol genişletilmiş. Çamlardan birçoğu telgraf direği, dekovil traversi için kesilmiş. Keçi çıkamayacak derecede yüksek tepelerden yontulup bırakılmış çamlar sırtlarda küme küme yatıyor. Yollarda Rusların yaptıkları kereste fabrikalarına, harap yol makinelerine tesadüf olunuyor. Bu imar arzusuna karşılık, harap edilmemiş hiçbir Müslüman köyü yok. Yollarda ve köylerde hiçbir adam görülmüyor. Ziganalardan inildikçe, karlı dağlar ve tepeler arasında kafile kafile kadınlara tesadüf olunuyor. Zigana hanları bomboş. Fakir birkaç genç, evlerden birine sığınmışlar, yolculara Ruslardan kalma çayları pişiriyorlar, beş on para kazanıyorlar. Biraz ötede, Rus yer altı barınakları görülüyor. İçlerinden birine Rus idaresi zamanında nasıl yaşadıklarını sordum. Şu cevabı verdi:

"Efendi, Urus bize bakıyordu, fakat yüreğimiz korkuda idi. Şimdi korku yok, ama açlık kötü. "

Yol döne döne iniyor. Bütün köyler harap. Halk vatanlarını, evlerini, ata ocaklarını bırakmışlar, kim bilir nerelere gitmişler, nerelerde ölmüşler! Bu güzel Anadolu böyle miydi? Bir zamanlar bu ocaklardan da dumanlar tüter, bu ovalarda da sürüler otlar, bu evlerde de mes'ut aileler kanaatle, fakat saadetle yaşarlardı. Şimdi her köşe bir mezar, her yer bir viranelik...

Ardasa (Torul)'a geldiğimiz zaman, harabeden başka bir şey görülmüyordu. Ortalık karardı. Güneşsiz, gurûbsuz, donuk ve soğuk bir akşam. Rusların tahribatından, Ermenilerin mezaliminden kalbe dehşet geliyor. İnsan bir fener direği görse, darağacı zannediyor. Ardasa harap. Caminin içi, mezarlık, tamamen perişan. Cami ile medrese, ahıra çevrilmiş. Mezarlığın bir kısmına kahvehane yapılmış. Sokaklar mermi kovanları ile dolu. Burada Rus idaresi zamanında yaşayan Hasan Baba, şehrin bütün menkıbelerini biliyor. Hasan Babanın rivayetine göre Ardasa, eskiden cümbüşlü bir yermiş. Düğünler yapılır, zevkler edilir, türküler söylenirmiş. Köyün delikanlıları bazen coşarlar: Ağa beni vurursun / Kız kolların kurusun / Ben nereye gidersem / Yine beni bulursun Türküsünün şen ve şakrak nağmeleriyle oynarlarmış. Şimdi, bu nağmelerin hazin bir hatırası bile kalmamış. Ruslar, burada pek çok insan öldürmüşler. Ordumuzun Kabaktepe Zaferi, Ardasa'da Rusları çıldırtmış. Birçok ehli İslâm, Rumların teşviki yüzünden casuslukla suçlanarak haksız yere öldürülmüş. Rumlardan bazıları, Ruslara karşılıksız casusluk etmişler. Kendilerini, Moskof idaresi altında ebediyen yaşayacak sanmışlar. Rus komünistliği İslâmların felâketini bir kat daha artırmış. Hasan Baba diyor ki:

-Rusların hürriyet bayramları tuhaftı. Sokaklar o Rus kanlarıyla doluydu. Boyunlarındaki çantalara kurdeleler doldurmuşlar, herkese takıyorlar, para topluyorlardı. -Devletimiz bize hürriyeti çoktan verdi madama. Eyvallah. Bize artık lüzumu yok, dedim.

Karının yanındaki asker: 'We diyor?" diye sordu. O da Moskofça anlattı. Burada subaylar hep karılarla gezerlerdi. Bilmem, bu yanlarındaki karılar, kendi avratları mı, yoksa emanet mi? Ama hürriyetten sonra subayların da neş'esi kaçtı. Askerler, generallerin bile nişanlarını söktüler. Efendi, bir görseydiniz, her akşam Kazaklar, şu derenin kenarına toplanırlar, biteviye türkü çağırırlar, oynarlardı.

Baktım dere, muntazam bir köprü altından çağıl çağıl akıyor. Ardasa'da iki sıra dükkânların önü arabalarla dolu. Arabalardan biri, kim bilir hangi tabur doktorunun eşyasını taşıyor. İçinde bir insan kellesi, sırıtmış dişleriyle, arabada gitmekten hoşlanmış, âdeta gülüyor. Ortalık kararıyor. Ardasa'nın arkasından yüksek bir kaya, tepesinde taştan işlenmiş gibi zarif, ince bir duvar, Romalılardan kalma bir kalenin kıymetli harabesi var. Köylüler, bu kalede kral kızının oturduğunu söylüyorlar. Sağda yüksek bir dağın böğründe, sarı kayalar arasında, ince bir yol, kordon gibi dağı çeviriyor. Dükkânlar arasındaki yol, muhacir arabalarıyla dolu. Akşam. Karanlık gittikçe artıyor, uzak bayırlardan araba sesleri geliyor. Ardasa'dan Erzincan'a kadar yol gayet berbat. Kayalık boğazlar, çorak dağlar, çıplak ovalar, çamur, kar, soğuk, bir yolcu için en can sıkıcı zorluklar güya hep bu mıntıkaya toplanmış. Dağlar geçilmekle bitmiyor, yollar gittikçe uzuyor, ruha sıkıntı veriyor. 

Ardasa'dan (Torul) Erzincan'a giden yol üzerinde en güzel, ruha tesellî veren yer, Gümüşhane. Gümüşhane'nin bağları, bahçeleri, elma, zerdali ve ceviz ağaçlarıyla dolu bahçeler dar bir vadide. Yol vadinin kenarından geçiyor. Yolun etrafı tek tük evlerle çevrili. Çiçekli ağaçlar, geniş çayırlar, gümüş yapraklı söğütler altından, dere uzayan bir çağıltı ile akıp gidiyor. Ruslar en güzel meyve bahçelerini harap etmişler. Söğütlerin, cevizlerin, kıymetli meyve ağaçlarının kesilmiş kökleri, geniş ve beyaz kesim yerleri, öldürülmüş bir insan gibi yerlerde duruyor. Bahçe setlerinin taşları yıkılmış, yola dökülmek için küme küme kırdırılmış. Gümüşhane'nin çarşısı, camii, meydanı bu yıkımdan nasılsa kurtulmuş. Tekke köyü bütünüyle harap. Civarındaki maden suyu, toprakları turuncu renklere boyayarak mütemadiyen kaynıyor. Fakat kükürdü pek çok olduğu için içimi leziz değil.

Pirahmet'ten hareket ettiğimiz gün şiddetli bir kar ortalığı bembeyaz etti. Yollarda çamurlardan geçilmiyor. Köse dağının çamları bembeyaz. Yürümek mümkün değil. Her taraf yeknesak. Hiçbir köy görülmüyor. Hiçbir dere, çağıltısıyla, hiçbir ağaç, çiçekleriyle gözü tesellî edemiyor. Köseler, harap, çıplak, soğuk, kasvetli, geniş bir ova ortasında, sevimsiz bir köy. Civarındaki leziz suyundan başka güzel hiçbir şeyi yok. Sokaklarında kümelerle serçeler oynaşıyor, uçuşuyor. Köpekler duvar diplerinde uyuyor. Ruslar burada bir erzak ambarı kurmuşlar. Köyün en zarif binası Mehmet Ağanın evi. Burası âdeta bir köşk. Rusların hemen her köyde bıraktıkları büyük saç sobalar burada yok. Odanın sobaları Rus tarzında, yerli şömineler gibi. Tavanı ve duvarları gayet süslü. Duvarlarda kelime-i tevhid, zırhlı, saat, keşkül ve çiçek resimleri görülüyor. Hava gayet soğuk. Her tarafta açlık hüküm sürüyor. Bu zengin Anadolu hiç bahtiyar olmayacak mı?

Köse'den Günbatır'a kadar kar ve yağmur altında ilerledik. Soğuktan ziyade, yollar ve çamurlar asaba dokunuyor. Günbatır'a geldiğimiz zaman, kendimizi âdeta çamurlara batmış gördük. Fakat Erzincan'a kadar daha uzun bir mesafe var. Karşımızdaki dağlar bembeyaz. Bu dağların beyaz tepeleri arasında, ufak ve sivri bir dağ görülüyor ki, işte burası Sipikör dağı. Köylüler, karın azlığından bahsediyorlar. Fakat atlar pek yorgun. Çamurlar fazla ise, gece dağ başlarında kalmak, kurtlarla pençeleşmek ihtimali var. Bir gün evvel de, yolda birkaç kişi parçalanmış diyorlar.

Sipikör'e doğru yola çıktığımız zaman, öğle idi. Dağın eteğine kadar, çamurlu yollardan, soğuk ovalardan gelmiştik. Bu ovalarda arabaların yürümesi de imkânsız. Tekerlekler çamurlara saplanıyor. Hayvanlar, birkaç adımda durmaya mecbur oluyor. Karlar içinde, gökyüzünün maviliklerine karışan zirvesine baktığımız zaman, manevî kuvvetimizin kırıldığını hissediyoruz. Bacaklarımızda zaten derman kalmadı. Arabalar geride. Onların dağa çıkması, o akşam mümkün değil. Erzincan'a doğru iniyoruz. Gece yarısını geçiyor. İnildikçe, ufak ufak dağlar dolaşılıyor. Yarlar atlanıyor, köprüler geçiliyor. Bu Erzincan ne kavuşulmaz ne görünmez ne erişilmez bir yermiş...

YORUM EKLE