Gümüşhane’de Satılan Camiler
Camiler yalnızca ibadet edilen mekânlar değildir; bir şehrin hafızası, bir mahallenin nefesi, bir toplumun ortak vicdanıdır. Bu yüzden Türkiye’de özellikle tek parti döneminde, bazı camilerin kapatılması ya da el değiştirmesi, sıradan bir idari işlem olmayıp, sessiz ama derin bir yaradır. Üstelik bu mesele hep görmezden gelinir, gündeme geldiğinde ise yüzeysel birkaç açıklamayla geçiştirilir. Oysa camilerin kaderi, bu toplumun kültürel sürekliliğiyle doğrudan ilgilidir.
Türkiye’de camilerin satılması veya kapatılması Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri zaman zaman gündeme gelmiştir. Cemaati bulunmayan camilerin olduğu alanlar üzerinde düzenlemeler yapılmış, vakıf malları tasnif edilmiş, kimi yapılar kullanım dışı, bakımsız veya imar planına uygun değil gibi gerekçelerle açık artırma ile satışa konulmuştur.
Geçen hafta elime “devlet arşivleri.gov.tr” adresinden elde edilen, 26.04.1930 tarihli bir belge geçti. Belge, Gümüşhane’de harap ve metruk durumdaki Pilavcı Şeker Camii ve Hacıpaşa Mescidinin “mevkileri itibariyle yeniden yapılmalarına lüzum olmadığı” gerekçesiyle, açık artırma ile satılmasına ilişkin dönemin bakanlar kurulu kararını içermektedir. Belgeyi makalenin sonunda paylaşıyorum.
Belgenin altındaki “Gazi Mustafa Kemal” imzasına bakıp, bundan tek başına Atatürk’ü ya da dönemin hükümetini sorumlu tutmak, yanlış bir karar olur. Çünkü belgeye göre, bu camii ve mescidin “harap ve metruk olduğunu ve yeniden yapılmasına gerek olmadığı” kararını, mahalli idare heyeti yani dönemin Gümüşhane’deki yetkilileri almıştır. Bize göre asıl sorumlu olanda onlardır.
Buradaki temel sorun, sadece camilerin kapatılması değil; bu kararların nasıl alındığı, kimin denetlediği ve ne kadar şeffaf olduğudur. Bir cami neden kullanılamaz hale gelir? Gerçekten cemaat kalmadığı için mi, yoksa yıllarca bakım yapılmadığı için mi? Kaynak yokluğundan mı kapanır, yoksa kaynak aktarılmadığı için mi? Aslında cevap ne olursa olsun, bir milletin geçmişini ve tarihini yansıtan ibadet yerlerinin, hiç cemaati olmasa dahi, kültürel miras olarak saklanması gerekir.
Türkiye’nin yüzlerce yıllık vakıf geleneği, camilerin korunmasını esas alırdı. Bir vakıf kurucusu, “Bu cami kıyamete kadar ayakta kalsın” diyerek malını adardı. Bugün ise o vakfiyelerin bir kısmı kayıp, bir kısmı da işlevsiz. Mülkiyet karmaşası, bürokratik engeller ve yerel yönetimlerin ilgisizliği, birçok tarihi camiyi kaderine terketmiş durumda. Üstelik şehirleşme baskısı ve arsaların rant değeri arttıkça, camilerin bulunduğu yerler “toplumsal ihtiyaç” gerekçesiyle başka projelere açılabiliyor.
Gümüşhane’de İnönü Mahallesindeki 1968’de yapılan Mordut Cami, Gümsaş Yaşam Evleri projesi kapsamında yıkılıp, başka yere taşınmak istenmektedir. Bu durum ticari amaçlı bir gelişme olup, yukarıda anlattığımız tarihi sürecine de aykırıdır. Üstelik, cami derneği başkanı Musa Kullukçu’nun açıklamaları ve dernek olarak Gümsaş’a karşı Gümüşhane Sulh Hukuk Mahkemesinde açtıkları “müdahalenin önlenmesi” davasını kazandıkları dikkate alındığında, dernek, cemaat ve halk caminin yıkılmasına karşı. Gelinen aşamalar bize göstermiştir ki, demokratik sistemlerde imar nedeniyle taşınması veya kapatılması gündeme gelen her cami ve ibadethane için, yerel halkın katılımını ve onayını zorunlu kılan bir karar mekanizması artık kurulmalıdır.
Bir cami, sadece taş ve topraktan ibaret değildir. Bir milletin ruhu orada şekillenir; dualar, hatıralar, kederler, sevinçler o duvarlara siner. Bir caminin kapatılması, sadece kapısına kilit vurmak değildir. Bir mahallenin ortak buluşma noktası kaybolur, kültürel zincirin bir halkası kopar. Şehir kimliği zedelenir. Bu yüzden mesele, teknik değil toplumsaldır, idari değil vicdanidir, sadece mimari bir mesele değil kültürel bir kayıptır.
Ülkemiz kültürel varlıklarını korumayı ve geçmişi ile barışabilmeyi artık başarmak zorundadır. Camilerimizin hikâyesi, şeffaf, saygılı ve toplumsal iradeyle şekillenmelidir. Aksi halde kaybettiklerimizi yıllar sonra çok arayacağız.
Çok geç olmadan…
