ÇANAKKALE, TÜRK’ÜN ŞANLI MAZİSİ... -1-

Muzaffer ARSLAN (Gezi Yazısı)

Yıl 1915 Türk milletinin ateşle imtihanı vardı. Hasım bir değil bin… Üstelik kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belaydı. Öyle bir dev ki hakikatte pire... Türk milletinin asîl mücadelesi karşısında saklanacak delik arıyordu.

Çocukluğumda nere gitmek istersin diyenlere hep şu cevabı verirdim. Öncelikle Kâbe, Çanakkale ve Orhun Abideleri… İşte bunlardan birisi gerçekleşiyordu.

Okul müdürümüz Hilmi Bey’in öncülüğü ve yardımıyla! Bir idealime ulaşmanın heyecanı ile buluşma saatinden 1 saat evvel okul bahçesine gittim ve beklemeye başladım. Önce bir öğrenci ve onu uğurlamaya gelen ailesi; sonra da akın akın diğer öğrenciler geldi. Büyük bir heyecan dalgası yayıldı. Aileler çocuklarını ecdadına vefâ borcu için uğurluyorlardı. Belki de kendileri bu heyecanı hiç yaşayamamıştılar.

Otobüslere yakın bir yerden coşkulu kalabalığı bir müddet seyrettim. İçimden “Allah’ım bu nesil oldukça bize esaret zinciri vurulamaz.” diyor. Neşemi şiirlerle paylaşıyordum. İç konuşmalarım hiç bitmiyordu.

Artık hareket saati gelmişti. Müdür Bey ve Müdür yardımcıları Zekai Bey ile Ahmet Bey, daha rahat yolculuk için öğrencilerin oturma düzenlerini ayarlıyorlardı. Zaman geldi ve ailelerin: “Allah yolunuzu açık etsin, bizden de Fatiha okuyun!” dilekleriyle harekete geçtik.

Tur sahibi Güven Bey kültürlü, millî ve manevî derinliği olan genç bir arkadaştı. Hemen arkadaş olmuş muhabbeti koyulaştırmıştık.

Ankara’dan çıkmadan kararımı vermiştim. Bu şoför yani Mehmet Bey, son derece usta bir şofördü. Kendinden emin,  yollara hâkimdi. Ayrıca çok da sabırlıydı.

İstanbul istikametine dönünce memleketimizin güzelliklerine hayran kalan öğrencilerim sürekli “Burası neresi?” diye soruyorlardı. Her köşesi Cennet misâli olan Türkiye’min büyülemediği insan var mı? Çanakkale’de, Kurtuluş savaşı yıllarında hep bu duygularla ülkemizi işgale kalkışmadılar mı?

Yolculuk ilerledikçe heyecanımız artıyor, her geçen saatte İstanbul’a biraz daha yaklaşıyorduk. Uğruna canlar fedâ edilen, Fatih’in uykularına giren mübarek şehir… Hepsinden öte Hz. Muhammed’in (s.a.v) hadis-i şerifine layık olmuş şerefli İstanbul! Uğruna şiirler yazılan güzel sevgili…

Planlarımızdan ilki, sabah namazına Eyüp Sultan’da olmaktı. Öyle de oldu. Ezandan yarım saat önce hazırlık yapıldı, camiî gezdik. Öğrencilerden bir gurup hayranlık içinde camiî gezdi, bir kısmı da namaz için hazırlık yaptı. Uykusuz olanlar da otobüste uyuyakalmıştı.

Ezanla birlikte müezzinin büyüleyici sesi adeta gönül telimizi titretti. Bu namazı unutmak ve ruh halimi tarif etmek mümkün değil. Bu gönül huzuruyla ulu muhabbeti geride bıraktık. Tam çevre yoluna çıkmıştık ki Ahmet Bey’in otobüste olmadığını fark ettik. Ahmet Beyi Eyüp Sultan’da unutmuştuk. Bu olaya sebep, daha öncesinde olan yer değiştirme işiydi. Ve bir de simit sarayının büyüleyici simitleri tabi ki… Ahmet Bey’in yer değiştirmesi de şöyle olmuştu.

Sabaha doğru uykuya dalmıştık. Birden otobüs durdu, bir de ne görelim. Ahmet Bey 5-6 öğrenciyi sıraya dizmiş; Hilmi Bey’e bu öğrenciler herkesi rahatsız etti. Beni de uyutmadılar, arkadaşları da. Sizinle yer değiştirelim diyerek rahatsızlığını dile getirdi. Zekai Bey ile yer değiştirildi. Biz de yola devam ettik. İşte bu olay unutulmasına sebep oldu. Neyse ki telefonla haberleşildi de fazla beklenmeden yola devam edildi.

Bu arada yetenekli öğrencilerimizden Çanakkale Türküsü’nü dinliyor; onlara eşlik ediyorduk. İtiraf etmek gerekirse Sinem’in sesi bu ağıta iyi gidiyordu. Sonra beni asıl şaşırtan Zekai Bey’in “Gesi Bağları” adlı türküyü çok güzel söylemiş olmasıydı. Ayrıca Ankaralı Namık’tan daha güzel söylediği Ankara havalarını da unutmamak gerekir.

Çanakkale’ye (şehitliklere) yaklaştıkça otobüsteki manevî hava da değiştiriyordu. Herkes hep bir ağızdan Çanakkale Türküsü’nü söylemeye başladı. Benim için bu ölümsüz anı anlatmak elbette güç…

Müdür Bey’in ve öğretmen arkadaşların kararıyla bir yer de duruldu. Oturup çay içecektik. Ancak Ayşe Hanım’ın özenle hazırladığı börekler herkesin iştahını kabarttı. Hele o karnıyarık böreğini hiç unutmayacağım. Ellerine sağlık ablacığım. Zekai Bey’in getirdiği kurabiyeler de harikaydı. Yediğimiz içtiğimiz bizim olsun, gördüğümüz önemli.

Şehitliklere az bir mesafe kala Müdür Bey hepimize hitaben: “Buraya gelinir de Namık Kemal ve Gazi Süleyman Paşa türbesi ziyaret edilmez mi?” dedi. Bunu ben düşünemediğim için mahcup oldum. Ama daha sonra “Hilmi Bey’e de bu yakışır.” diyerek kendilerini takdir ettim.

Otobüs, Bolayır istikametine döndü. Küçük, şirin mi şirin bir kasabaydı burası. Etrafına hâkim bir konumdaydı. Yol yapım çalışması olan bir yerde kepçe vardı. Ve bizim şoför çarpmamak için maharetini sergiledi. Mehmet Bey: “40 yıllık şoförlüğüme az kalsın leke sürecekti.” diyerek hiç kaza yapmadığını da imâ etmişti. Ne diyelim Allah yolumuzu açık etsin.

Gazi Süleyman Paşa… Anlatılmaz bir komutan. Bizans'ı ve Avrupa'yı titreten dahî insan. Av sırasında düşer ve ölür. Düştüğü yere de gömülür. Çimpe Kalesi fatihi üstün karakterli örnek bir Türk komutanı burada Lalası ve soy atıyla aynı türbede yatmaktadır.

Vatan şairimiz, yılmaz mücadele adamı Namık Kemal’in kabri, türbenin avlusunda bulunuyor. Gencecik yaşta son bulan asîl bir hayat. Dualarla…

Nihai hedef Çanakkale… Türk’ün şahlanmasının adı, soylu bir milletin şanlı tarihi…

Artık yönümüz Eceabat. Rehberlerimizle Selçuk Bey ve Mesut Beyle Burada buluşup adlarını tarihe altın harflerle yazdıran şehitlerimizle buluşacaktık.

Boğazın en dar yeri Kilitbahir, Fatih Sultan Mehmet zamanından kalma bir kaleyi, Seyit Onbaşının temsili heykelini hayret dolu bakışlarla seyrettikten sonra evvela Allah’ın izniyle Türk’ün muhteşem mücadelesini mütabala ettik. 276 kg ağırlığındaki top mermisini kucaklayıp işgalci, katil Avrupa’nın donanımlı ölüm saçan gemisi Oşini (Ocean) boğazın serin sularının altına gömer. Türk Milleti, vatanını savunmak için gerekli olan silahlardan mahrumken bile yılmamış adeta Almanya’dan medet umar bir duruma düşmüş ancak bu durum da dahi “Çılgın Türkler” bu kötü kadere boyun eğmemişlerdi. Onlar ne Alman’ın ne de başka bir milletin vereceğiyle kurtuluş mücadelesinin kazanılacağına inanmıyordu. Yalnız ve yalnız Türk’ün bilinçlenmesiyle bu amaca ulaşılır diye inanıyorlardı.

Tarih boyunca hiçbir Batılı, Türk milletine dürüst davranmadı. Bu gün de davranmıyor. Bir örnek verecek olursak Çörçil, 1914’te 1. Dünya Savaşı çıkınca daha öncesinde parasını ödediğimiz halde iki savaş gemimize el koymuştu. Hiçbir zaman da vermedi. Tabii ki çaresiziz. Millet tepki gösterse de Genel Kurmay Başkanı -o yıllarda bir Alman olunca- bu tepkiler de bir sonuç vermemişti.     Boğazda ölüm kusan ve saatlerce kıyılarımızı top yağmuruna tutan düşman gemileri zaferden emindiler. Ancak hesap etmedikleri daha doğru bir ifadeyle edemedikleri bir şey vardı o da Türk Milletinin manevî yönüydü. Atatürk’ün ifadesiyle üç dakika sonra öleceğini bile bile siperden fırlayan Türk askerlerinin bu vatan, millet, namus ve din aşkı onların aklının ermeyeceği ruh halleriydi. Başka âlemlerden farkımız da buydu.

Çanakkale zaferi kazanıldıktan sonra Seyit Onbaşı, Esat Paşa’nın isteği üzerine top mermisini kaldırmak ister ancak 276 kg. top mermisini kaldıramaz. Ancak şu manalı sözü son derece önemlidir.”Yine aynı duruma düşersem hiç zorlanmadan kaldırırım.” Bu söz kıssadan hisse çıkarabilenler için ciltler dolusu duygunun ifadesidir.

Seyit Onbaşı’dan sonra topçu bataryalarının gezilmesi esnasında, Türk milletinin askerî dehâsına hayran kalmamak mümkün değil. Denizden bakıldığında sadece toprak yığını olan bataryaların nasıl bir zekânın ürünü olduğunu görmek için insan olmak yeterlidir. Ne var ki düşmana “pamuk” Türk milletine “yamuk” sevdasında olan tatlı su aydınları bunu idrakten mahrumdurlar. Ermeni’ye methiyeler dizmek, romanlar döktürmek (taklit yoluyla) dururken Çanakkale’yi konu alan bir hikâye bile yazmamış olmalarını hiç mi hiç garipsemiyorum. Neden mi? “Kim doyurursa ona hizmet ederler.” de ondan.

YORUM EKLE