TURİZM MASALI MADENCİLİK GERÇEĞİ
Gümüşhane için son yıllarda sıkça tekrarlanan bir cümle var: “Turizmle kalkınacağız.” Yaylalar korunacak, vadiler güzelleşecek, tarihi mirasa sahip çıkılacak, doğa sporları gelişecek. Bu deyimler kulağa hoş geliyor. Nitekim, projesi hazırlanan turist karşılama merkezi, güzel bir çalışma olup, insanımızın ümidini de turizm açısından iyice artırmıştır.
Ancak insan sormadan edemiyor: Bir şehrin neredeyse tamamı maden ruhsatlarıyla kaplıyken, oraya turist mi gelir? Yoksa gelenler yalnızca “bir zamanlar burada doğa vardı” demek için mi gelir?
Çünkü rakamlar serttir. Gümüşhane’nin yüzölçümünün %90’ından fazlası, bazı değerlendirmelere göre %93’ü maden ruhsatlı alan durumundadır. Bu, bir kentin dağlarının, ormanlarının, su havzalarının ve potansiyel turizm alanlarının “ileride kazılabilir” olarak işaretlenmesi demektir. Turizm ise tam tersini ister: güven, süreklilik ve korunmuş bir doğa. Kimse yarın yanında patlatma yapılabilecek bir vadide huzur aramaz.
Bugün turizm broşürlerinde Gümüşhane’nin temiz havası, bakir doğası ve sakinliği anlatılıyor. Peki bu anlatı, “ÇED gerekli değildir” kararlarıyla maden aramalarının hız kazandığı bir şehirde ne kadar inandırıcıdır? Bir turist, içme suyu havzasına birkaç kilometre mesafede maden arama sahaları varken, o şehirde uzun vadeli tatil planlar mı? Ya da yatırımcı, doğa turizmi tesisi kurmak için, yarın ruhsat sınırlarının genişleyip genişlemeyeceğini bilmediği bir bölgeye parasını bağlar mı?
Sorunun kalbi tam da burada atıyor. Madenciliğin bu şekilde çok yaygın olduğu yerlerde, madencilik ile turizm aynı mekânda uzun vadede yan yana yaşayamaz. Madencilik geçicidir; turizm kalıcılık ister. Madencilik sessizlikten hoşlanmaz; turizm sessizlikle beslenir. Madencilik manzarayı deler, turizm manzarayla var olur. Bu çelişki görmezden gelinerek “iki sektör de aktif şekilde var olsun” demek, gerçekte ikisini de kaybetmenin tarifidir.
Üstelik Gümüşhane’deki madencilik süreci yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda hukuki bir sorundur. Özellikle “ÇED Gerekli Değildir” kararları, bu çelişkinin en tehlikeli ayağıdır. Çevresel Etki Değerlendirmesi, bir projenin doğaya, suya, havaya ve insana etkisini ölçmek için vardır. Ancak bu kararlarla etki ölçülmeden faaliyet başlatılmakta, riskler en baştan görünmez hâle getirilmektedir. Turizm açısından bakıldığında bu, belirsizlik demektir. Belirsizlik ise turizmin düşmanıdır.
Dahası, bu kararlar projeleri parçalı ve masum gösterir. Küçük küçük maden aramaları, tek tek “zararsız” ilan edilir. Oysa bir vadide, bir havzada, bir dağ silsilesinde biriken etkiler, toplamda geri dönülmez tahribat yaratır. Turist için önemli olan tek bir ocağın büyüklüğü değil, bütün manzaranın güvenli olup olmadığıdır. O manzara bir kez bozuldu mu, broşürlerle geri getiremezsiniz.
Hukuken yapılması gerekenler nettir ama ertelenmektedir. Maden arama ve işletmelerinde ÇED muafiyetleri kaldırılmalı, özellikle turizm potansiyeli olan bölgelerde kapsamlı ve şeffaf değerlendirmeler zorunlu olmalıdır. Kümülatif etki analizi yapılmadan tek bir ruhsat dahi verilmemelidir. İçme suyu havzaları, yaylalar, vadiler ve kültürel alanlar kesin biçimde madenciliğe kapatılmalıdır. Yerel halkın ve belediyelerin görüşü göstermelik değil, etkin ve bağlayıcı olmalıdır.
Aksi hâlde Gümüşhane’nin turizm hayali, afişlerde kalır. Gerçekte ise şehir, zaman içinde Vahşi Batı’daki maden kasabalarına benzer bir kaderle baş başa kalır: Maden biter, şirket gider, turist hiç gelmez. Geriye yalnızca şu soru kalır: Biz bu şehri gezilecek bir yer mi, terk edilecek bir alan mı yapmak istedik?
Turizm güven ister. Doğa ister. Hukuk ister.
Çalışma alanının %93 ü maden ruhsatlı olan yerlerde ise bunların hiçbiri filizlenmez ve turizmle büyüme ancak masal olarak kalır.
Bir varmış bir yokmuş…
15.12.2025 Av. Ali Haydar Dereli.
