DEĞİŞMEZ NİZAM: ÜNİVERSİTELER

Boğaziçi Üniversitesine atanan yeni rektörle birlikte ortaya çıkan gergin ortam ister istemez beni de bu konu hakkında birkaç şey söylemeye yönlendirdi. Geçtiğimiz haftalarda Boğaziçi Üniversitesine yeni bir rektör atanmış akabinde ise Üniversite hocaları ve öğrencileri bu atamayı protesto etmeye başlamışlardı. Ancak kısa süre içerisinde protestolar amacını aşarak farklı bir duruma dönüşmüş, gelinen noktada ise Çeşitli örgütlerin ve he ne kadar meşrebi belli olmayan dernek varsak bunların kin kustukları alan haline gelmiştir. Eylemciler atama ile gelen bir rektör istemediklerini bu atamanın iptal edilmesini istiyorlar. Oysa 2016 yılında Boğaziçi Üniversitesine yine aynı usulde atama yapılmıştı. Anlaşılan o ki burada eylem yapan arkadaşların derdi üzüm yemek değildir. Bağcı ile sıkıntıları olduğu aşikârdır. Tabi rektörün değişmesiyle iş bitmiyor. Üniversitelere özerklik, kişi hak ihlallerinin giderilmesi, daha demokratik ortamda eğitim falan liste uzayıp gidiyor. Hocalar zaten başka bir âlemdeler. Onların özerklik talebi üniversite için değil şahsımca kendileri için. İlmin zirvesinde oturup özerklikle kurtarılmış bölge ayrımını yapamayanların taleplerinin çokta bir ehemmiyeti zaten yoktur. Yâda biliyorlar da kendilerinden başka herkesi cahil yerine koyuyorlar.

1960’larda Türkiye’de 8 üniversite vardı. Ancak o dönemde Üniversiteler ve bir meslek olarak akademisyenlik bugünkünden çok daha itibarlıydı. Bu yıllar akademisyenlerin belki de altın yıllarını yaşadığı dönemlerdi. Ortaya çıkan yenilikler için gözler hemen üniversite çevriliyordu, ekonomik ya da siyasi krizlerde öncelikli olarak akademisyen görüşleri alınıyordu. 61 Anayasası ile birlikte özerklik tanınan üniversiteler artık bu özerklikle ideolojilerinde merkezi haline gelmeye başlamıştı. Lakin özerklik ve kurtarılmış alan kavramları arasındaki çizgiyi onlarda anlayamamıştı. Akademisyenlerin bu özerklikten sonraki tutum ve davranışları öylesine keskinleşmişti ki ordu ve siyaset üniversitelerden çekinmeye başlamıştı. Hal böyle olunca da 12 Mart Muhtırası en sağlam darbeyi Üniversitelere vurdu ve özerkliklerini kaybettiler.  Sonrası zaten filmin koptuğu yerdi. Üniversiteler kanla tanışmıştı. Akan kanı ise kimse durduramıyordu. 12 Eylül sabahı ordu bu gidişe dur diyerek yönetime el koymuştu. Bugün kinimizi açıktan ifade etsek de o dönem evladı üniversite okuyan ana babalar Kenan Evren’e rahmet okumuşlardı. 

12 Eylül yeni bir başlangıç yapmıştı üniversitelerde. Darbeciler üniversitelerin memleket üzerindeki etkisini biliyorlardı. Bu yüzden yeni düzene ilk olarak buradan başladılar. Üniversiteler kontrol edilmeliydi. Bu yüzden Yüksek Öğretim Kurulu ( YÖK) kuruldu. Böylelikle Üniversiteler ve akademisyenler kontrol edilebilecekti. Belki de bugün yaşanan sıkıntıların da temeli burada başlıyordu. 90’lı yıllar gerek üniversite sayısında gerekse üniversite personeli sayısı bakımından ilk sıçramanın yaşandığı yıllardı. Sayılar bir anda artmaya başlamıştı. Bu artış öğrenci sayısında da yaşanmıştı. 2002’de iktidara gelen siyasi idarenin her ile bir üniversite projesi bu oranların iyice yükselmesine sebep oldu.  Öğrenci ve üniversite sayısındaki bu artış ister istemez yeni akademisyen ihtiyacını ortaya çıkarmıştı. Lakin bir akademisyen öyle kısa sürede yetişmiyordu. Bu sefer Doçentlik veya profesörlük şartları esnetilmeye başlandı. Bir gün önce muhasebeci olanlar bir gün sonra YÖK kararlarıyla doçent olmaya başladılar. Yurt dışından alınan yeterlilikler, siyasetin kurumlar üzerindeki etkisi işin iyice çığırından çıkmasına sebep oldu. Bu durum Üniversitelerin toplum içerisindeki ağırlığını zamanla yitirmesine sebep oldu. Kadrolaşma hareketinin en fazla göze çarptığı üniversiteler bir dönem Fetullahçıların soruları çalarak sınav geçirdikleri akademisyenlerle doldu. Bunların birçoğu 15 Temmuz sonrası atılmış olsalar da kimileri kimliklerini farklı dini guruplar içinde gizlemeyi başardılar. Anadolu Üniversiteleri bilim üretmenin ötesinde bulundukları şehirde siyasetin iş merkezi haline geldiler. Akademik üretkenliği olanlarınsa sadece sıçrama tahtası olarak kullandıkları yerler halindeydi bu üniversiteler.  Kendi içerisinde ayrı bir dünya kuran üniversiteler içinde yaşadığı topluma kapılarını kapattılar.  Şimdilerde şehirle kopuk üniversitelerin temeli de burada yatmaktadır. 

Yukarıda Üniversitelerin genel durumundan bahsettik. Tabi burada ele almamız gereken bir başka husus var ki o da Üniversite mekanizmasının işleyişinde en temel vazifeyi üstlenen “Rektörlük” makamıdır.

Fransızca “recteur” üniversite yöneticisi sözcüğünden alıntı olan Rektör kelimesi, Latincede regere rect-“ doğrultmak, yönetmek” anlamından gelen bir kelimedir.  Aslında Roma’da bir dönem seçilmiş diktatörlerinde unvanlarından birisiydi. Türkiye’de üniversite sayısının sayılı olduğu yıllarda buraların başındaki rektörlerde önemli isimlerdi. İdare sistemi içerisinde özde değil özde yetkiler ile donatılmışlardı. YÖK sonrası ise durum değişti. Özellikle her şehirde üniversite kurulması ile birlikte bu iş sıradan memuriyet şekline dönüştürüldü. Aslında makam ağırlığı var ama oraya çıkana kadar ve çıktıktan sonraki süreç ister istemez makamın ağırlığını aşağılara çekiyor.

Rektörlük seçimle mi olmalı yoksa atama usulüyle mi şeklinde bir tartışma var. Meselenin ahlaki sorumluluğunu kaldıramadıktan sonra atansa ne olur seçilse ne olur. Ama diğer dünya devletleriyle kıyasladığımız şunu söyleyebiliriz ki birkaç üniversite hariç rektörün seçildiği bir yapı yoktur. Amerika ya da övgüyle bahsedilen Avrupa üniversitelerinde rektör en büyük fon sahibi kimse onun direktifleri doğrultusunda atanır. Eskiden bizde de iki aşamalı bir sistem vardı. Yine atanıyordu ama en azından o üniversitedeki akademisyenlere sizin de bir fikrinizi alalım diyorlardı. Şu anda bu akademisyenler hükümet nezdinde çok önemli olmadıkları için fikirlerinin de bir ehemmiyeti yok. Zaten seçimle atamanın olduğu dönemde gelen rektörlerin kendilerine oy vermeyen akademik personele karşı takındığı tutum düşünülürse bu meseledeki ahlaki yeterliliği taşımadıkları aşikâr olmuştur. 

Doğrudan atamalarda ister istemez kendi içerisinde sıkıntıları getiriyor.  Rektör olabilmek için bürokrat kapısında vakit geçirenlerin rektör olduktan sonra ister istemez boynu bükük kalıyor. Çünkü makamını kendi özgül idaresine değil birilerinin referansına borçlu durumda kalıyor. Sonrası zaten hepimiz tarafından bilinen bir sürecin başlangıcı. 

Madem iş bu şekilde yürüyecek o zaman şehir üniversitelerine o şehirde yaşama zorunluluğu olan isimler atanmalıdır. En azından görev sürelerinin bitiminde yine o şehirde kalacak oldukları için halk vicdanı ile muhasebe edilebileceklerdir. Ya da bu muhasebe endişesiyle daha adil ve vicdanlı olacaklardır.  Maddi hiçbir meselenin yukarıda bahsettiğim meseleleri düzeltmeye imkân vermediği günümüzde en azından vicdan mahkemesini devreye sokmak bu işin tek çözümü gibi durmaktadır. Bu büyük üniversitelerde kendi içinden atama usulüyle dengelenebilir. Nedenini soracak olursanız bizim insanımız yüz yüze bakacağı adama 10/4 oranında adaletsizlik yapacaktır. Ama yarın görmeyeceği bir adama 10/9 oranında adaletsiz olacaktır.

İşin özü şudur ki bu iş düzelmez, lakin biraz da olsa ıslah edilebilir. Ayrıca bu hafta çokça arayıp soran oldu. Gümüşhane Üniversitesi Rektörlüğü için bildiğim kadarıyla 18 kişi başvuru yapmış. YÖK isimlerini paylaşmıyor. Kulaktan duyduklarımız var. Bu konu ile ilgili ise bu hafta içi yen bir yazı kaleme alacağım. Bugün mevcut durumu bir analiz edelim istedim. Temel olmadan üstüne koyacağımız her söz yanlış anlaşılacağı için böyle bir yöntemle gideceğiz.

YORUM EKLE