Paşa'nın Petekliği (11)

Paşa, insanlardan uzak mağaranın içinde tek başına yaşamaya bir türlü alışamıyordu. Uzandığı peykenin üzerinde doğruldu. Asılı olan gaz fenerini eline aldı, mağara içerisine doğru yavaş yavaş ilerlemeye başladı. Sağa, sola giden galeriler vardı. O hiçbirine sapmadan ilerlemesini sürdürüyordu. Babalığı Paşa Osman, “Mağaranın içerisinde ikinci bir kapı var. Dikkatlice bakarsan kapıyı bulursun. Açmak için kapının önündeki taşın altında bir anahtar olacak, o anahtarla kapıyı açtığında karşına her çeşit silah ve mühimmat çıkacak. Ben o silahları Ermenilerden aldım. Tozlanmış olabilirler. Onları iyice sil” demişti. 

Mağaranın içerisinde yüz metre yürümüştü. Duvarları dikkatlice inceliyor, yerdeki taşlara bakıyordu. Birkaç adım daha atmıştı ki, mağaranın duvarının kenarında bir taş gördü. Feneri yanına bırakarak taşı güçlükle yerinden oynatabildi. Anahtar taşın altındaydı. Nemden biraz paslanmıştı. Merakla aldığı anahtarı gömleğinin ucu ile sildi. Duvara baktı. Feneri eline aldı. Duvardaki kilidi aradı. Görünce heyecanla anahtarı kilide soktu. Yavaş yavaş çevirdi. Demir kapının ön yüzü bileği taşı ile kaplanmıştı. Yavaşça kapıyı itekledi. Büyük bir gıcırtı ile kapı açıldı. Burnuna keskin bir barut kokusu geldi. Feneri havaya kaldırıp içeriye baktı. Gördüğü manzara karşısında şaşırıp kaldı. Her türlü silah ile dolu bir oda vardı karşısında. Tabancalar, Alaman beşlileri, uzun ve kısa namlulu silahlar. Fıçı fıçı barutlar. Dinamit lokumları, fitiller. Uzun uzun baktı. “Babalığım bu kadar silahı nasıl toparlayabildi?” Silahlar, öldürdüğü Ermenilerin sayısını da ortaya koyuyordu. Bu kadar silahı silmek aylar alırdı. Mağaranın duvarında arması ile birlikte asılan Alaman beşlisini aldı. Kapıyı büyük bir gıcırtı ile kapattı. Geriye döndü. Silahı ve mermilerini karşı peykenin üzerine koydu. 

Gece ilerlemişti. Uzaktan kurt ulumaları geliyordu. Her gece Esirahdost düzlüğüne inen kurtlar bu gece de inmişti. Dışarıdaki Pençe ve Keleş havlayarak onlara karşılık veriyordu. Mağaranın kapısını açtı, dışarı çıktı. Pençe ve Keleş’e “susun” dedi. Kuyruklarını sallayarak yanına gelen Pençe ve Keleş’i sevdi. “Susun, sesinizi çıkarmayın, ben onları şimdi kaçırırım” dedi ve belinden parabellumu çıkarıp, karşı kayalıklara doğru seri atış yaptı. Parabellumun mermi sesleri karşı kayalıklarda büyük bir gürültüyle yankılandı. O kayadan bir diğer kayalara yansıyan mermi sesleri sonrası uluyan kurtlar sustu. “Gördünüz mü nasıl sustular, bu gece daha gelmezler.”

İçeri girmek istedi, Pençe ve Keleş çevresinde dönmeye başladılar. “Anlaşıldı siz de içeri girmek istiyorsunuz, gelin benim can dostlarım. İçeri girdiler. Pençe ve Keleş, kendilerine yer bulup hemen oturdular. Kendisi de ayağındaki çizmeleri çıkararak peykenin üzerine yeniden uzandı. 

Xxx

Akşam yemeği sonrası sofrayı toplayan hizmetçi Kerime, çayları doldurarak Hanımağa ile Mahur’a getirdi. Köyde herkes Topal Ömer’in eşi olan Esma hatuna herkes “Hanımağa” der. O da kendisine bu şekilde hitap edilmesinden çok memnun kalır. Topal Ömer üç yıl önce öldükten sonra çiftliğin yönetimi Mahur’a kalmıştı. Köylüler ona da “Bey Kızı” diyor. 

Topal Ömer, Kurtuluş Savaşı sonrası, köyüne sağ olarak dönen iki üç kişiden biriydi. Savaşa katılmadan önce de köyün en varlıklı ailesiydi. Kurduğu çiftlikle servetine servet katmıştı. Ermeniler ve Rumlar kendisini alt etmeye çalıştıysa da Şano Temel, Paşa Osman, Kartal Mustafa ve Baloğlu Hikmet’in korkusundan ona yanaşamıyordular. Topal Ömer, bu dört kahramana her yönü ile destek oluyor, silah ve mühimmat sağlıyordu. Onlara maddi destekte de bulunuyordu. Kendisi çiftliğinde kahya hariç on kişi çalıştırıyor, malına mülkine sahip çıkıyor, düşkün ve yoksullara yardım etmeden de kaçmıyordu. Köylüler onu çok seviyordu. Mustafa Kemal Paşa’nın eli silah tutan herkesi askere çağırınca seve seve katılmıştı. O, askerde iken çiftliğin yönetimi kızı Mahur’a kalmıştı. Kurtuluş Savaşı kazanılmış, vatan düşmanlardan kurtarılmıştı. Topal Ömer, beş yıl sonra köyüne dönmüştü. Üç yıl daha yaşadıktan sonra hayata veda etmişti. Çiftliğin yönetimi yeniden bey kızı Mahur’a kalmıştı. O da babasının yolundan giderek köylülerin sevgisini kazanmıştı.

-Ana, çantayı bitirdim, bir bakıver güzel olmuş mu?

-Sen yaparsın da güzel olmaz mı benim güzel kızım?

-Hele bak bakalım, benim kullandığım çantadan bir farkı var mı?

Hanımağa, her iki çantayı da evire çevire iyice inceler. Püsküllerine kalıncaya kadar gözden geçirir. 

-Yok kızım her ikisi de aynı, fark yok.

-Kasaba pazarına gidip balcıya çantayı verip o çerçeve balını alacağım.

-Satmıştır onu.

-Yok ana, her isteyene satıldığını söylüyor balcı.

-Adı Paşa mıydı?

-Evet.

-Şu Paşa Osman’ın evlatlığı mı?

-Öyle ana.

-Onu babalığı çok iyi yetiştirdi. Attığını on ikiden vuran birisidir.

-Sen de biliyorsun?

-Biliyorum kızım. Kadersizin biridir de Ermeni eşkıyaları ana ve babasını katlettiler.

-Anlattı bana Guş Nene.

Bey kızı, Guş Nene’den ayrıldıktan sonra Paşa ile karşılaştığı an geldi gözlerinin önüne. Yakışıklı, cüsseli, uzun boylu olduğunu fark etmişti. Aralarında çok kısa konuşma geçmesine karşın o anı sık sık anımsıyordu. Aman, ne olursa olsun, mağarada yaşayan bir adam. İnsan mağarada tek başına nasıl yaşar? Hiç mi canı sıkılmaz? Arılar ve iki köpeği. Söylediklerine göre kimse yanaşamıyormuş oraya. Köpekler de arılar da hemen harekete geçiyorlarmış. Yok canım öyle şey olur mu? Babalığının vasiyeti üzerine orada duruyormuş. Alsak onu bizim çiftliğe, burada arıcılık yapsa?

-Ana, bak ne diyeceğim?

-Söyle.

-Paşa… Çok iyi bir arıcıymış. Onu bizim çiftliğe alsak, burada arıcılık yapsa. Bize de ayrıca bir gelir olur, ne dersin?

-Gelmez kızım.

-Neden? Hem mağaradan kurtulur hem de insan içerisinde yaşar.

-Babalığının ona vasiyeti var bilmiyor musun?

-Biliyorum da bir teklif etsek.

-Et ama gelmez benim güzel kızım. Hem sen bu Paşa’ya neden bu kadar merak saldın?

-Mağarada yaşıyor, acıyorum ona ana.

-Acıyor musun yoksa başka bir şey mi var?

-Aman ana, sen de hemen bir şey buluyorsun. Ben bu çantaları iyice inceleyeceğim, fark var mı yok mu ona bakacağım.

-Nasıl istersen.

Mahur, her iki çantayı tahta peykenin üzerine serdi. Her noktasına dikkatlice baktı. Diğer yüzünü çevirdi, dikkatlice inceledi. Her ikisinin de aynı olduğuna kanaat getirince çantaları toplayıp odasına geçti. 

Xxx

Sabah güneşi, Gelincik taşlarının üzerinden her zamanki gibi yükseliyordu. Köyü sığır, koyun keçi melemeleri adeta inliyordu. Çoban Mahmut sığırları Halilli ve Orta Mahalle’den alarak Cami Mahallesine kadar getirdi. Hayvan sahipleri ahırdan çıkardıkları hayvanlarını sürüye katıyordu. Sığır sayısı ahırdan çıkan her hayvanla artıyordu. Esirahdos rampasını çıkan sığır sürüsü Kankana Yaylası’na doğru yayılarak ilerliyordu. 

Davar sürüsünün çobanı ise Sabri’ydi. O da önüne katılan koyun ve keçileri sığır sürüsünün ardından yaylaya doğru çıkarıyordu. Köyün en önemli gelir kaynağı olan hayvancılık köydekilerin olmazsa olmazıydı. Her evin bir çift öküzü beş ile on arasında ineği vardı. Tarlalar biçilmiş, buğday samandan ayrılmış, köyün çeşmesinde yıkanan yeni buğday ürünü kurutulduktan sonra hayvanlarla Çit Deresi kenarındaki değirmene taşınmıştı. Sırası gelen buğdayını öğütüp evinin ambarına taşıyordu. 
Köyde yavaş yavaş kışa hazırlanılıyordu. Köyün karşısındaki ormandan eşek ve katırlarla odun getirilip kapının önüne yığılıyordu. Zor geçen kışa iyi hazırlıkla girmek gerekiyordu. Sabah katır ve eşekleri ile ormana giden köylüler, orman

içerisinde kuruyan çam, kavak ve meşeden odun yapıp hayvanlarına yüklüyorlardı. Ormanı gözleri gibi koruyan köylüler yaş ağaç kesmiyorlardı. Saatlerce ormanın içerisinde dolaşarak “ayak kurusu” denilen ağaçlardan odunlarını yapıyorlardı. Her işi birlikte yapan köylüler odunu da birlikte yapıyorlardı. 

Sabah ormana giden köylüler, öğleden sonra da meşe yaprağına gidiyorlardı. Meşelerin genç dallarını keserek “yaprak” yapıyorlardı. Yapraklar köye getirildiğinde mereğin önünde kurumaya bırakılıyordu. Her hanenin bir mereği vardı. “Merekler” dedikleri yer köyün en az üç yüz-dört yüz metre yerleşim yerinden uzaktaydı. Yangına karşı köylüler önlemlerini de almış oluyorlardı. 

(Devamı var)

YORUM EKLE