Ara
Gümüşhane
Az bulutlu
-2°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
42,7158 %0.01
50,2153 %-0.06
5.923,32 % 0,23

Meşruiyet Anlayışımız

YAYINLAMA:

Önceleri şöyle bir anlayış vardı: “Aslında biz/herkes doğruları biliyoruz, doğru inanıyor ve düşünüyoruz ama doğru yaşamıyoruz.” Belki hâlâ bu düşüncede olanlarımız vardır. Doğruyu kabul etmek işin en temel ve en önemli aşamasıdır. Doğruyu kabul etmek hakikate saygı göstermektir. Kabul etmemek ise hakikate, kâinata ve onun Yaratıcısına karşı haddi aşmaktır, kendine ve mahlûkata karşı cinayettir. Onun içindir ki küfür, yani Allah Teâlâ’yı inkâr etmek en büyük ve affedilmez bir günahtır. Yine aynı sebeple; ne kadar kusurlu da olsa, Rabbü’l-âlemîn’i ve O’nun elçilerini kabul edenler ebedî bedbahtlıktan kurtulurlar; ne kadar ahlâklı ve dürüst görünüyorlarsa da Hâlık-ı zülcelâl’i kabul ve tasdîk etmeyenler, O’nun resûl ve nebîlerini tanımayanlar en büyük hakikati reddettikleri, görmezden geldikleri için ebedî şekâvete lâyık olurlar.

“Ama onların içinde çok ahlâklı olanlar da var!” diye aklımıza geliyorsa, bilelim ki Allah (CC)’ın koyduğu ahlâk kanununa göre, en yüce ahlâkî davranış şudur: Varlığın sahibini, bize her şeyi, varlığı ve nimetleri lütfeden Zât’ı tanımak. Diğer bütün güzellikler, ahlâkî faziletler ilâhî mizanda bundan sonra bir karşılık bulmaktadır.

Eşya ve hâdiselerin, yani varlık ve olayların değerini ortalama bir toplum anlayışına göre belirleme hakkına sahip değiliz. Olaylara, fiillere, bizim veya başkaları tarafından yapılan davranışlara iki yönden bakabiliriz. İtikadî ve amelî. İşlediğimiz ameller dinen doğru, yani meşrû kılınmış ise, bunların doğruluğunu inanç, fikir ve düşünce boyutuyla aklımızda, kalbimizde onaylamada hiçbir sakınca yoktur. Farz veya vâcib kılınmışsa, bu tür mükellefiyetleri önce gönül rızasıyla kabul etmek, imanın olmazsa olmaz gereklerindendir. İkinci aşaması bunların gereğini hayatımızda yerine getirmeye çalışmaktır. Bu aşamada hemen hepimizin kusuru olsa da ilahî merhamet ve affa nâil olma ümidimiz vardır; burada ümitsiz olmamız caiz değildir. Fakat bunların kesin emirler olduğunu bile bile kabule yanaşmamak, emrin sahibini, Allah Teâlâ’yı kabul etmemektir.

Ancak özellikle son dönemlerde çok ilginç ön kabuller istila etti her yeri. Herkes herkesi kaynak gösteriyor. Bir şeyleri herkes yapıyorsa “İyi de artık herkes böyle yapıyor. Sen buna uymazsan sana gülerler!” Düşünmüyoruz ki kimin gerçekten son günde, o büyük günde gülünç hâle geleceğini, zihni istikametten saptırılmış toplum kabulleri değil, “Din gününün Sâhibi (Mâliki yevmi’d-dîn)” takdir eder, belirler.

Diğer ilginç ve artık çok sıradanlaştırıldığı için kimsenin de artık pek umursamadığı, meşru gördüğü düğün merasimlerimiz… Düğünse bu, her şey mübahtır canım; ömürde bir defa olan şey –artık birkaç defa olabiliyor-; arkadaşımızın düğünü vs. diye melekleri uzaklaştıran fiiller normal oluveriyor. İçeceklerden, giyim kuşam ahkâm ve adabına ve o önemli merasimin icra şekline kadar, ilahî esaslara göre değil, herkesin ve “çağdaş” nefislerin hevâlarına uyulması, cennetten bir köşe olan âilenin temeline ilk zararlı tohumu ekmektedir.

Bir sanat icra ediliyor diye normal gördüğümüz kimi davranışların dince onaylanmasına artık çok da önem vermiyoruz. İlimizin veya ülkemizin adını duyurduğumuzu düşündüğümüz bazı spor faaliyetlerinin icra şeklinin bize ait olmadığını, Allah’ın emri diye pek kaygısı olmayan toplumlardan geldiğini nedense pek düşünmüyoruz. Spor yapma güzel ve faydalıdır; hatta fıkıh kitaplarına bakarsak yerine göre farzdır. Diğer bir farz da bunları yaparken ilahi sınırlara riayet etmektir.
Her toplumun ve ferdin hatası, günahı olabilir, olur; olmaması gereken şudur: Günahı normal görmek ve ne var bunda demektir. Müslümanların “Ne var bunda canım”cı tavırlarındaki umursamazlık, duyarsızlık, Allah’ın sınırlarına karşı vurdumduymazlıktan daha büyük felaket olamaz. Eğer dinin sahibi “Bunda günah var; dünya ve âhiret hayatınızı mahvedecek kötülük var…” buyurmuşsa, artık bundan sonra ya bunu kabul ederiz, müslüman olduğumuzu tescillemiş oluruz yahut da başka bir yol seçeriz, ama bu, hak yoldan başka bir yol olur.

“Ey iman edenler/inananlar! Allah’ın peygamberi, sizi, kendinize hayat verecek, sizi ihyâ edecek şeylere davet ettiği/çağırdığı zaman, bu davete olumlu cevap veriniz.” (Enfâl,24) Demek ki ilahî emirlerde hayat vardır, bunun haricindeki hayatlar yaşanmaya değmezdir. Ölmeden cennete girmek de mümkün, kabre girmeden bedeni kabre çevirmek de. Tercih bize aittir, sorumluluk da bizimdir. Menfî neticelerini görünce de şikâyet etme ve sebebi başkalarında, başka yerlerde aramanın bir anlamı yoktur.

Rabbim bize basiret versin, hatalarımızı kabul etme, onlardan tövbe edip ıslah yoluna girmeyi nasip etsin.

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *