İKLİM YASASI VE KÜRESEL GÜÇLERİN TOHUM BANKALARI(!)
İklim yasası, bir ülkenin sera gazı emisyonlarını azaltmak, yenilenebilir enerjiye geçişi hızlandırmak ve iklim değişikliğiyle mücadelede somut hedefler belirlemek için oluşturulan yasal düzenlemeler bütünüdür. Bu yasalar genellikle karbon vergileri, emisyon ticareti sistemleri, fosil yakıt sübvansiyonlarının kaldırılması gibi araçları içerir. Örneğin Avrupa Birliği’nin "Yeşil Mutabakat" politikası veya Almanya’nın İklim Koruma Yasası, bu kapsamda şekillenmiş metinlerdir.
Türkiye İklim Yasasını Onaylamakla Neleri Kaybeder?
Türkiye’nin iklim yasasını onaylaması, öncelikle ekonomik ve sosyal dengelerde bazı riskler barındırır:
- Sanayi ve Enerji Sektöründe Dönüşüm Zorunluluğu: Fosil yakıta dayalı enerji üretimi (kömür, doğalgaz) ve ağır sanayi, emisyon hedefleri nedeniyle kısıtlanabilir. Bu, özellikle istihdamın yoğun olduğu bölgelerde işsizliği tetikleyebilir.
- Yüksek Maliyetler: Yeşil teknolojiye geçiş, yatırım ve altyapı maliyetlerini artırır. Türkiye gibi dışa bağımlı bir ekonomi için bu, teknoloji transferi ve finansman ihtiyacı anlamına gelir.
- Ulusal Egemenlik ve Dış Politikada Bağımlılık: Küresel iklim anlaşmalarına uyum, ulusal politikaların uluslararası kurumlarca şekillendirilmesi riskini doğurur. Özellikle karbon vergisi gibi AB’nin sınırda düzenlemeleri, Türkiye’nin ihracatını olumsuz etkileyebilir. Ancak bu "kayıplar", uzun vadeli çevresel yıkımın ekonomik bedeliyle kıyaslandığında stratejik bir tercih meselesidir.
İklim Yasasını Onaylayan Ülkelerin Amacı Nedir?
İklim yasalarını benimseyen ülkelerin iki temel motivasyonu vardır:
- Çevresel Sorumluluk: Bilimsel veriler, iklim krizinin geri dönülemez noktaya yaklaştığını gösteriyor. Bu yasalar, gezegenin sürdürülebilirliği için bir "son şans" olarak görülüyor.
- Ekonomik ve Jeopolitik Çıkar: Yeşil ekonomi, yeni bir küresel güç mücadelesi alanı. Örneğin Çin, rüzgâr türbini üretiminde dünya lideri; AB ise karbon vergisiyle hem çevreyi koruyor hem de rakip ekonomileri dizginliyor.
Burada samimiyet testi, "yeşil kapitalizm" ile "gerçek ekolojik adalet" arasındaki çizgide şekilleniyor. İklim yasaları, müfredatımızda "sürdürülebilir kalkınma" kavramını öğretirken eksik kaldığımız bir noktaya işaret ediyor: Yerellik. Batı merkezli çözümler (örneğin elektrikli otomobiller), Afrika’daki lityum madenlerinde çocuk işçiliğine yol açıyor. Türkiye’de ise enerji dönüşümü, yalnızca teknoloji ithaliyle değil, köylünün toprağına saygıyla mümkün. Eğitim sistemleri, iklim adaletini "küresel" değil, "yerel vicdan" üzerinden anlatmalı.
İklim yasaları, bürokratik bir dilin soğukluğunda kaybolmuş. Oysa doğa, kanun maddeleriyle değil, "nehirlerin şarkısı" ve "rüzgârın fısıltısı" ile anlaşılır. Yasalar, insanı "tüketici" olarak değil, "toprağın çocuğu" olarak görmeli. Unutmayalım: Ağaçların kökleri, insan yüreğinin derinliklerine uzanır.
İklim yasaları, bir "medeniyet krizi"nin ürünü. Modern insan, doğayla kurduğu ilişkiyi "kontrol" üzerine inşa etti. Bugünse bu kontrol, iklim yasalarıyla meşrulaştırılıyor. Ancak gerçek çözüm, yasaların ötesinde: Tüketim kültürünün reddi. Bir yazar olarak diyorum ki: İklim krizi, hikâyemizi değiştirme zamanı. Yeni bir anlatı; "azla yetinen, çoğu paylaşan" bir insanlık hikâyesi.
İklim yasaları, kaçınılmaz bir gereklilik. Ancak bu yasalar, "insanı ve doğayı bütünsel gören" bir felsefeyle beslenmezse, yalnızca yeşil boyalı bir kapitalizm üretir. Türkiye, kendi coğrafyasının ruhunu taşıyan bir iklim politikası geliştirmeli: Anadolu’nun kadim bilgeliğini (Lokman Hekim’in şifalı otları, Mevlana’nın "her bir cana saygı" öğretisi) modern çözümlerle harmanlayan bir yol… Unutulmamalı: Yasa, vicdanın gölgesidir. İklimi kurtarmak istiyorsak, önce vicdanımızı inşa etmeliyiz.
İklim Kanunu ile Tohum Politikası Arasındaki İlişki
İklim kanunları ve tohum politikaları, görünürde ayrı konular gibi dursa da, gıda güvenliği, tarımsal sürdürülebilirlik ve biyoçeşitlilik ekseninde derin bir bağa sahiptir. İklim değişikliğiyle mücadele hedefleri, tarım sistemlerini dönüştürme zorunluluğunu doğururken, bu dönüşümün en kritik aracı tohumdur. İşte ilişkinin temel dinamikleri:
1. İklim Uyumlu Tohumlar ve Endüstriyel Tarım
İklim kanunları, kuraklığa dayanıklı, yüksek verimli veya genetiği değiştirilmiş (GDO) tohumların kullanımını teşvik edebilir. Bu tohumlar, "iklim dostu tarım" adı altında pazarlanırken, monokültür (tek tip ürün) tarımı ve tohum şirketlerinin hegemonyasını güçlendirir. Örneğin, AB'nin Farm to Fork stratejisi, "yeşil" tohumları desteklerken, yerel çeşitlerin yok olma riskini artırıyor.
2. Tohum Çeşitliliğinin Kaybı ve İklim Kırılganlığı
Geleneksel tarımda kullanılan yerel tohumlar, binlerce yıllık adaptasyon sürecinden geçerek iklim koşullarına uyum sağlamıştır. Ancak iklim kanunlarının dayattığı "standart tohumlar", bu çeşitliliği yok ederek ekosistemleri tek tip çözümlere mahkûm eder. Sonuç: Tohum çeşitliliği azaldıkça, tarım sistemleri iklim şoklarına karşı daha kırılgan hale gelir.
3. Tohum Şirketlerinin Küresel Kontrolü
İklim politikaları, çoğu zaman tohum patentleri olan uluslararası şirketlerle (Monsanto/Bayer, Syngenta) iş birliği gerektirir. Bu şirketler, "iklim dirençli" tohumları yüksek fiyatlarla satarken, çiftçileri her yıl tohum almak zorunda bırakır. Örneğin, Hindistan'da Bt pamuk tohumları, çiftçileri borç batağına sürükleyerek binlerce intihara yol açmıştı.
İsrail'de tohum bankası vardır. En bilinenlerden biri Volcani Center (Tarım Araştırmaları Örgütü) bünyesinde yer alan İsrail Ulusal Tohum Gen Bankasıdır. Bu banka, yerel tarım bitkilerinin genetik çeşitliliğini korumak ve sürdürülebilir tarımı desteklemek amacıyla faaliyet gösterir. Şimdi, bütün dünyada tohumları yok olmakla baş başa bırakan bir insanlık, acaba yok olan/edilen tohumları nereden alacak? İsrail’in tohumları bizim için mi depolanıyor?
Karşı Çıkanların Gerekçeleri
İklim kanunlarıyla bağlantılı tohum politikalarına karşı çıkanların temel argümanları şunlardır:
1. Biyoçeşitliliğin Yok Edilmesi
Yerel tohumlar, iklim değişikliğine karşı en etkili "sigorta"dır. Endüstriyel tohumlar ise biyoçeşitliliği azaltarak gıda sistemlerini küresel şirketlere bağımlı kılıyor.
2. Çiftçilerin Özerkliğinin Kaybı
Tohum şirketleri, çiftçileri "lisanslı tohum" kullanmaya zorlar. Geleneksel olarak tohumunu saklayan çiftçi, yasal düzenlemelerle cezalandırılabilir (AB’deki tohum sertifikasyon yasaları gibi).
3. Gıda Egemenliğinin Tehdidi
Tohum politikaları, ulusların gıda üretimini küresel şirketlere devreder. Bu, özellikle Afrika ve Asya’da gıda bağımlılığına yol açarken, iklim krizini fırsata çeviren bir neo-sömürgecilik modeli yaratıyor.
Tohum, Bir Medeniyet Hafızasıdır
Tohum, yalnızca toprağa atılan bir "üretim aracı" değil; atalarımızın bilgisi, kültürümüzün kodları ve doğayla kurduğumuz sessiz sözleşmedir. İklim kanunları, tohumu bir "meta" ya indirgediğinde, insanlığın hafızasını da silmiş olur.
Örnek: Anadolu’da buğday, 12 bin yıldır süren bir ilişkinin ürünü. "Sertifikalı tohum" dayatması, sadece bir tarım politikası değil, bir medeniyetin köklerine vurulan balyozdur.
İklim Adaleti, Tohum Özgürlüğünden Geçer
İklim kanunları, tohum politikalarıyla ilişkilendirilirken şu soru sorulmalı: "Kimi kurtarıyoruz?"
- Eğer amaç, şirketlerin kârını değil, toprağın ve çiftçinin sesini duymaksa çözüm yerel tohum bankaları, açık kaynaklı tohum paylaşımı ve çiftçi kooperatifleridir.
- İklim krizi, ancak biyoçeşitliliği koruyan, çiftçiyi özgürleştiren ve doğayla uyumlu politikalarla aşılabilir.
Unutmayalım: Tohum, geleceğe yazılmış bir mektuptur. Bu mektubu okuma hakkı, yalnızca şirketlerin değil bütün insanlığındır. Alınan bir karar beni, ailemi, akrabalarımı, Söğütlü Beldesini, Kelkit’imizi, Gümüşhane’mizi, Türkiye’mizi, dünya milletlerini, bütün canlıları ilgilendiriyor ve etkiliyorsa bu konuda duyarlı olmak zorundayım.
Aklınız ve gönlünüzle yolunuz açık; alnınız ak olsun.
Muzaffer ARSLAN
Türk Dili ve Edebiyatı