ÇÖL KAPLANI FAHRETTİN PAŞA VE GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA
Medine Savunması yalnızca coğrafi bir nokta değil, gönüllerin kıblesi, Peygamber’in son sığınağı. Ancak 20. yüzyılın başlarında, bu kutsal şehir, tarihin en acımasız imtihanlarından birinin merkezi haline geldi. Kuşatma altındaydı; ancak bu kuşatmanın düşmanları, süngülerden ve toplardan çok daha sinsi ve yakıcıydı: Açlık, susuzluk ve çaresizlik. Bu ölümcül üçlü karşısında Medine'yi ayakta tutan ise, bir adamın çelikleşmiş iradesi ve imanı oldu: Fahreddin Paşa, "Çöl Kaplanı."
Fahreddin Paşa'nın destanı, insan onurunun ve inancının, maddi yokluğa nasıl direnebileceğinin zirvesidir. Dışarıda sayıca üstün, lojistik desteği tam bir Arap-İngiliz gücü; içeride ise erzakı bitmiş, yorgun ve bitap düşmüş 3.000 kahraman. Cephe hattı demiryolları kesilmiş, suyolları sabote edilmişti. Asker, artık yürüyecek gücü bulamazken, Paşa'nın cevabı, sıradan bir komutanın vereceği bir emir değildi; bir diriliş reçetesiydi: "Çekirgeleri toplayın."
Bu emir, bir askeri taktikten çok, bir ruh halinin ilanıydı. Çekirge, yokluğun en dibinde dahi hayatı sürdürme inadının sembolü oldu. O kızartılan çekirgeler, yapılan çorbalar, un gibi ezilip ekmek yapılan o böcekler; sadece bedeni değil, ruhu besledi. Bir lokma çekirgeyle 72 gün daha direnmek, askerî bir başarıdan öte, insanın hayatta kalma ve kutsal olanı koruma iradesinin zaferiydi.
Fahreddin Paşa'nın dehası, lojistikten çok moralin üstünlüğüne dayanıyordu. O, her sabah askerlerinin karşısına dikildiğinde, onlara sadece bir komutanın seslenişini değil, manevi bir mesaj iletiyordu: "Biz Medine’yi değil, Medine bizi savunuyor." Bu cümle, açlıktan titreyen, umudu tükenmek üzere olan adamları anında yeniden asker yaptı. Çünkü bu, onların sadece bir şehri korumadığını, Peygamberin hatırasını ve kendilerine emanet edilen manevi bir değeri koruyarak onurlandıklarını hatırlatıyordu. Vücutları aç kalabilirdi, ancak iradeleri bu kutsal yükümlülükle doyuyordu. Ve iradesi doyan bir ruh, teslim olmayı reddeder.
Sonunda, İstanbul'dan gelen "Teslim ol" emrine karşı Paşa'nın cevabı, kâğıdı yırtmak oldu. O, emir zincirinin değil, vicdanının ve inancının komutanıydı. Masadaki yırtık kâğıt parçası, teslimiyetin asla bir seçenek olmayacağının nişanesiydi. Kum fırtınasının ortasında tek başına yürüyüp dua etmesi, en çaresiz anda dâhi gücünü maddiyattan değil, Yaratıcısından aldığını gösterdi. Komutanların ve askerlerin bunu görmesi, onlara, şehirlerin beton yığınlarıyla değil, onu savunan adamın ruhuyla ayakta kaldığı gerçeğini bir kez daha öğretti.
Fahreddin Paşa'nın tutuklanırken bile dudaklarından dökülen son sözler, bu destanın özetiydi: "Beni değil, Medine’yi bağladınız." O biliyordu ki, kendisi zincire vurulsa da, Medine'ye adadığı irade, zamanın ve coğrafyanın ötesinde, teslim olmama ruhunu yaşatacaktı.
Medine Savunması, bize şunu fısıldar: Bazen vücudun aç kalabilir. Ama iraden doyduğu sürece, asla teslim olmazsın. Çekirge kızartarak yazılan bu destan, yalnızca bir askeri tarih notu değil; iradenin açlığa, ruhun yokluğa karşı kazandığı ebedi bir zafer anıtıdır.
Aşağıda Fahreddin Paşa’nın Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya gönderdiği mektubunun tam metnini sizlerle paylaşmak istiyorum:
“Pek muhterem paşa hazretleri,
Yalnız vatan-ı mübareki ve âtî-i millîmizi (millî geleceğimizi) değil, onlarla beraber âlem-i İslâm’ın da ümid ve istikbalini kurtaran muzafferiyet-i uzmânızı (büyük zaferinizi) ellerinizi ve gözlerinizi öperek kutlularım.
Güzel İzmir’imizi kurtardınız, Osmancığın mukaddes harîmini temizlediniz, Türk izzet-i nefsine vurulmak istenen yüzkarasını Akdeniz’le pakladınız!
Hiçbir tâbirin edâ edemeyeceği kadar büyük olan zaferinizle Cenâb-ı Hakk’ı kulluğumuzdan razı ve Cenâb-ı Mustafa’nın rûhunu hoşnut kıldınız!
Hepimize kan kusturan mütarekenin o firavun devrini, himemât-ı celîlenizle (kıymetli himmetlerinizle) bugün bir ruya gibi hatırlıyoruz. O elîm kâbusu, elhak, Hazret-i Yusuf’tan daha muvaffakiyetle tebsîr (izah) eylediniz! Azîz olunuz!
Hilâlin husûfetini (ay tutulmasını) rasad edenler, şimdi göz kamaştıran bir tulûa (güneşin doğuşuna) şahid oluyorlar. Bir milletin ve bir ümmetin şükran ve mahmideti (övmesi) ile yüzyüze bulunduğunuz şu sırada size hodgâmâne (bencilce) kendimden bahsedeceğim için beni bağışlayınız!
Paşa hazretleri, benim kocamış ömrümü tazelediniz! Sağ olunuz! Hayatımda hiçbir zaman kendimi bu kadar bahtiyar hissetmemişimdir ve etmeyeceğimdir. Kalbim, saadetin bu derecesine tahammül edemeyecek kadar nâçizdir.
İlk beşâret haberi (müjde) geldiği zaman yüreğimin nasıl çarptığını ve altın ordunuza iltihak etmek (katılmak) ister gibi göğsümü nasıl zorladığını Allah bilir
Paşa hazretleri, size yalnız şükran ve imtinanlarımı (iyilikleri anlatmayı) değil, müsaadenizle biraz da hicranlarımı söylemek isterim: Bahtiyar ketibeniz (birlikleriniz) arasında küçük bir hizmet rolü, bir saka neferliği olsun ifa edemeyeceğime pek müteessirim. Ben de herkes gibi siyaseten bir sulh yapılacağını, taarruz için henüz vakit ve saat gelmediğini zannediyordum. Bunun içindir ki kırkından, hattâ ellisinden sonra saz çaldım siyasî vazife aldım.
Paşa hazretleri. Böyle olacağını bilse idim veya biraz hissetse idim, herhalde yanınızdan bu kadar uzaklaşmazdım. Bu gaflet, benim için telâfisi gayrı kabil bir ziyâ (kayıp) ve mahrumiyet oldu. Yüreğimden günlerce kanlar boşandı. Yaralılarınız arasında beni de bir ağır mecruh (yaralı) olarak sayabilirsiniz!
Maamafih bu kadar uzaktan bile askerliğinizin ayak sesini alıyor ve altın ordunuza mensubiyetle iftihar ediyorum. Onun eski formasını üzerimde şahane bir hil’at (kaftan) gibi taşıyorum.
Minnet ve mahmidetlerimizin yetişemeyeceği kadar yüce himmet ve mazhariyetlerinizden dolayı mübarek ellerinizi ve gözlerinizi öperek sizi tekrar tekrar tebrik ve tebcîl eylerim.
Filvaki, tehniyelerim (tebriklerim) gecikmiş olabilir. Fakat ne beis var. Biz daha bayramın içindeyiz ve bu ıyd-i ekber (büyük bayram) öteki bayramlar gibi fâni ve kısa ömürlü değildir. Bizden sonra daha pek çok nesiller onun şeker ve şerbetini ter ü taze bulacaklardır Paşa hazretleri. 21 Teşrinevvel 338 (21 Ekim 1922). Hürmetkârınız, Kâbil Sefiri”
Kaynak: Murat Bardakçı, Medine Müdafii Fahreddin Paşa'nın 21 Ekim 1922'de Mustafa Kemal Paşa'ya gönderdiği ve Ankara'da, Cumhurbaşkanlığı Arşivi'nde muhafaza edilen içli ifadelerle dolu mektubu

Bu mektup, Medine Müdafaası'nın destanlaşmış kahramanı Fahreddin Paşa'nın, Büyük Zafer'in (Büyük Taarruz ve İzmir'in Kurtuluşu) ardından Mustafa Kemal Paşa'ya gönderdiği, derin bir saygı, coşkulu bir tebrik ve kişisel bir pişmanlık içeren tarihi bir belgedir.
Mektubun ana amacı, Fahreddin Paşa'nın Mustafa Kemal Paşa'ya ve komutasındaki orduya karşı duyduğu sınırsız hayranlığı ve şükranı ifade etmektir. Zaferi, sadece ulusal değil, İslam âleminin kurtuluşu olarak görmekte ve onu en yüce manevi mertebelere (Cenab-ı Hakk'ı razı, Hz. Mustafa'nın ruhunu hoşnut kılmak) yükseltmektedir.
İzmir'in kurtarılması ve Türk izzet-i nefsine vurulmak istenen "yüzkarasının Akdeniz'le paklanması" vurgusu, zaferin ulusal onurun iadesi anlamına geldiğini gösterir.
Zaferin, Mütareke döneminin (firavun devri/elim kâbus) sona ermesi ve "Hilâl'in husûfetinden (ay tutulmasından) sonra göz kamaştıran bir tulûa (güneşin doğuşuna) şahit olunması" şeklinde tasvir edilmesi, yeniden doğuş ve aydınlanma olarak algılandığını gösterir.
Mektubun en kişisel ve dokunaklı kısmı, Fahreddin Paşa'nın büyük pişmanlığıdır. O, savaşın siyasi bir sulhle biteceğini zannederek cepheden uzak kaldığını (Kâbil Sefiri olarak görev yaptığını) belirtir.
Fahreddin Paşa'nın bu mektubu, dilindeki yoğun Osmanlıca ve edebi üslubu ile dikkat çeker. Sadece resmi bir tebrik değil, Türk ordusunun eski ve yeni kuşakları arasındaki manevi köprüyü kuran bir vefa ve hasret belgesidir. Paşa, coğrafi olarak uzakta olsa da (Kâbil'de sefir), ruhunun tamamen Anadolu'daki Millî Mücadele'ye ait olduğunu kanıtlar. Mektup, askerlik kariyeri sona ermiş bir kahramanın, genç komutanın (Mustafa Kemal Paşa) zaferi karşısında yaşadığı büyük gurur ve eşsiz bir vicdani muhasebenin samimi bir dışavurumudur.
Türk Cumhuriyetinin kurucusu, Türk milletinin kurtarıcısı, Türk’ün şeref tablosu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün değimiyle “Ne Mutlu Türk’üm Diyene!”
Aklınız ve gönlünüzle yolunuz açık; alnınız ak olsun.
Muzaffer ARSLAN
Şair-Yazar