Canboğul (12)

Ayşegül, külün içerisinden balıkları çıkardı. Sağına soluna bakındı. Çevrede kimsecikler yoktu. Soğuk esen rüzgar adeta ciğerlerine işliyordu. Aldırış etmeden gölde balıkları güzelce yıkadı. Yırtık entarisinin eteğine koydu. Hızla Gavur Geçidi’ne doğru yürüdü. Mağaraya girerken yine sağına soluna baktı, güvende olduğunu hissedince mağaranın derinliğine doğru hızla ilerledi. 

Mağara içerisi gittikçe karanlıklaşıyordu. Yatıp kalktığı yere gelince durdu. Eteğindeki balıkları yere bıraktı. Topladığı çalılarla ateşi yaktı. Mağaranın içini acı bir duman kapladı. Aldırış etmedi, çok acıkmıştı, balıkları pişirip yemesi gerekiyordu. Bekledi biraz. Yanan çalılar köze dönünce bir çalı ile karıştırdı. Beş tane alabalığı közün üzerine koydu.  Bu kez mağaranın içerisini balık kokusu sardı. Mağaranın çıkışına doğru göz attı. Balık kokusuna gelen yabani hayvan var mı diye dikkatlice baktı. Köz üzerindeki balıkları çevirdi. Balıklar kızardıkça iştahı daha çok açılıyordu. Son kez mağaranın çıkışına doğru baktı. Kendisine atılan torbaların birinde ekmek aradı. Mahmut emminin attığı çıkın torbasından ekmeği çıkardı. İştahla balıkları bir güzelce yedi. Tokluğun verdiği rehavetle yatıp uyuduğu yere yaslandı. Açmadığı çıkın torbası ilişti gözüne, ne var içerisinde diye meraklandı. Açtı, içerisinde helva görünce rehber Can’ın attığı çıkın olduğunu anladı. Kendi Can’ı geldi aklına. Eline aldığı helvayı geri bıraktı. Ağlamaktan adeta göz damarları kurumuştu. Ağlamak istiyor ağlayamıyordu. Koca yiğit Can’ı hemen aşağıdaki uçurumun dibinde karlar içerisinde yatıyordu. 

Can’ın kendisini, anne ve babasını koruması için verdiği çifte kuş tüfeğini yanına aldı. Sırtını taşa yasladı. Dudakları mırıldanmaya başladı:

“Taşa verdim yanımı
Toprak emdi kanımı
Azrail’e Can vermezdim
Canan aldı Can’ımı
Dağları duman aldı
Bülbülü figan aldı
Azrail’e borçlu kaldım
Bir Can’ım var kar aldı”

Gözleri yavaş yavaş kapanıyordu. Yemek ve sıcağın verdiği rehavet kapladı vücudunu. Uyumamak için kendini zorluyordu. Uzun süre mağaranın çıkışına dikti gözlerini. Dışarıda da hava karanlıklaşıyordu. Yine akşam oldu, Can’ım karın altında yatıyor ve ben onu kurtaramıyorum. Bana yardım et Yüce Rabbim. Anam babam perişan. Can’ım kar altında. Benim de canımı al Yüce Rabbim. Can’ımı ölü de olsa ver bana güzel Allah’ım. Onu ellerimle toprağa vereyim. Mezarını bilip başında günlerce dua edeyim. Dirisinden vazgeçtim Yüce Rabbim, Can’ımın ölüsünü ver bana. 

Akşam karalığı iyice bastırdı. Mağaranın kapısına doğru bir kez daha dikkatlice baktı. Karanlıktan hiçbir şey görünmüyordu. Sönmek üzere olan ateşe birkaç çalı daha attı. Çıkarıp da yemediği helvadan ağzına atıverdi, ağzı tatlandı. “Güzelmiş” dedi kendi kendine. Alışmıştı mağaranın karanlığına. Aylarca bu mağarada yaşadı. Korkmuyor da değildi ama hep Can’ına ölü ya da sağ kavuşma umudu galip geliyordu. Dışarıdan gelen kurt ulumalarına kulak verdi. Çifte kuş tüfeğini mağara kapısına doğrulttu, armasını yanına aldı. Kurt ulumaları yaklaşıyordu. İyice kulak kesildi. Mağara içerisine doğru bir şeylerin yürüdüğünü hissetti. Tüfeğinin dipçiğini omuzuna dayadı, her iki tetiği de kaldırdı. 

-Kim var orada? diye seslendi. Sesine mağaraya giren kurtların hırlaması cevap verdi. Kurtlar giderek yaklaşıyordu. Birkaç kurdun gözleri karanlıkta parlayınca silahını ateşledi. Kurtlar kaçmaya başlayınca diğerini ateşledi. Kurtlar bağırarak mağaradan kaçtılar. Zaman geçirmeden armadan aldığı iki fişeği de tüfeğine yerleştirdi. Beklemeye başladı. “Bunlar beni burada buldular ya sabaha kadar gider gelirler, mermileri boşuna harcamayayım.”

Xxx

-Herif hava iyice soğudu, haydi içeri girelim.

-Can’ım bugün de gelmedi Zülfiye.

-Köylüler arıyor, bulduklarında getirecekler.

-Beni kandırma Zülfiye, aylar geçti hala bulamadılar.

-Allah’tan umut kesilmez, haydi gel içeri girelim, sobayı yaktım, içerisi sıcak.

-Can’ım donuyor da bizim canımız donsa çok mu Zülfiye?

-Can, gençtir, yiğittir herif, sen ona bakma, haydi gel.

-Yiğittir benim oğlum, yiğit oğlu babayiğittir benim Can’ım.

-Babayiğittir.

Zülfiye, geldi kocasının koluna girdi, zorla ayağa kaldırdı, kulübenin daracık kapısından içeri girdiler. Kocasını sobanın yanına oturtan Zülfiye:

-Kervancılar çay ile şeker bırakmışlardı, çay demledim. Helva da var, yersin değil mi? Birlikte yiyelim. Ayakta kalalım ki, Can’ımızı getirdiklerinde görmek kısmet olsun herif.

-Olur Zülfiye.

Hey gidi Kartal Mustafa… Ne hallere düştün… Ne güzel günlerimiz vardı… Sen, ben, Can ve yeni gelinimiz Ayşegül… Düşüp kalkmayan bir Allah… Yiğit mi yiğitti Kartal Mustafa… Babası gibi yiğit mi yiğit Can oğlum… Can’ımız gitti, biz de bittik… Elin, günün eline düştük. Ne güzel düğün yapmıştık Can’ımıza. Salih Bey bile gelmişti… Gülbahar Hatun bir at yükü hediye yollamıştı. Kadın, erkek, çoluk çocuk katılmıştı Can’ımızı düğününe… Herkes yemiş, içmişti, sabahlara kadar horonlar oynandı, halaylar çekilmişti. Kartal Mustafa, karşı kayalıklara mavzerle durmadan ateş ediyor, kayalar inliyordu. Çok güzel düğündü çok…

Kocasının çayını doldurdu, biraz helva ile ekmek alıp, yanına oturdu.

-Ye herif, dışın ısındı, helva ile için de ısınsın. Bu devirde çay, ekmek, helva, şeker bulmak zor. Allah razı olsun getirenlerden.

-Amin, Zülfiye.

Çay ve helva ile kendilerine geldiler. Eski püskü soba kulübeyi ısıtıyordu ama, kulübe sağlıklı olmadı için dışarının ayazı içeriye işliyordu. Kulübeleri Dulağası Yaylası’na yarım saatlik mesafedeydi. Yaylada da havaların soğuması ile birlikte birkaç kişinin dışında diğerleri Avliyana’ya dönmüştü. Kalanlar da son hazırlıklarını yapıyordular. Böyle giderse Zülfiye ile Kartal Mustafa yalnız kalacaklardı. Zülfiye bunu düşünerek kocası kabul etmese de:

-Köylüler yayladan gidiyorlar. Biz de evimize dönelim herif.

-Can’ım ölü ya da sağ gelmeden dönmem Zülfiye.

-Bak, Salih Bey, köylülere yol yaptırıyor, Can’ı bulunca alıp gelecekler.

-Olsun, gelsin biricik Can’ım, gideriz.

-Herif, biz burada yalnız kalırsak kurtlara yem oluruz. Gelinimiz de aldı başını gitti, sağ mıdır, ölü müdür haberimiz yok. 

-Olmaz, Can’ımız gitti, güzel gelinim Ayşegül gitti, ikisinden de haber yok. Biz de gitsek ne olur? Sen döneceksen dön. Ben, Can’ım gelmeden dönmem Zülfiye.

-Herif, inat etme, kapımız, bacamız sağlam değil. Geceleri aç kurtlar dolaşıyor. Birazdan kapıya dayanırlar, yaylada kalanlardan da uzaktayız, koruyamayız kendimizi.

-Ben korurum.

-Yapma herif, senin gözlerin zor görüyor, nasıl korursun?

Soba sadece çevresini ısıtıyordu. Zülfiye, durmadan sobaya odun atıyordu. İçerideki odunlar bitmek üzereydi. 

-Odunlarımız da bitmek üzere. Dışarı da çıkılmaz. Birazdan kurtlar yine dayanır kapıya, ne yaparız herif? Aklını başına al.

Ne dediyse kocasını ikna edemedi Zülfiye. Elinde yanan çıra ile kapıya yöneldi. Dışarıdan odun almak istiyordu. Kapıyı azıcık araladı, karanlığa doğru baktı. Korkarak dışarı çıktı. Dondurucu soğuğa aldırış etmeden elindeki çırayı kulübenin duvarına soktu. Kucağını odunla doldurdu, içeri getirdi. Yeteri kadar odun almak istiyordu. Son seferini yapacaktı ki, kapıda dişlerini gösteren kurttun hırlaması ile kendini zorla içeri attı. Hızla kapıyı kapattı. Az önce getirdiği odunlarını kapının arkasına yığdı.

-Korkma Zülfiye, bir şey yapamaz. Hırlar hırlar gider.

-Nasıl korkmam, korkudan yüreğim ağzıma geldi.

Zülfiye, korkudan hala tir tir titriyordu. Kocasını ikna edemiyor. Bırakıp gidemiyordu, yıllarca aynı yastığa baş koyduğu kocasını.

-Herif, son olarak söylüyorum. Ben buralarda kurda kuşa yem olmak istemiyorum. İster gel ister gelme ben yarın köye dönüyorum. Burada kalırsak ya donarak öleceğiz ya da kurtlara yem olacağız. Keyfin bilir geldin geldin. Ben yarın gidiyorum.

-Tamam Zülfiye, sen kazandın. Bugüne kadar seni kırmadım, bugün de kırmayayım. Tamam birlikte gideriz. 

Zülfiye, oturduğu yerden kalktı, geldi kocasına sarıldı. 

-Üşüdün sen. Sobaya odun atayım. Çay da var hem sana vereyim hem de ben içeyim. Kurt kapıda. Öyle görülüyor ki, sabaha kadar bize uyumak yok. Odunları idareli yakalım. Gel kalk oradan, çulumuzu sobanın yanına serelim, yatağımıza girelim. Hem daha çok ısınır hem de odunları fazla yakmamış oluruz. 

-Öyle olsun Zülfiye… Yarın bulurlar mı Can’ı mı?

-Bulurlar herif, bulurlar.

-Salih Bey de gelir mi?

-Bilmem ama, gelir herhalde.

-Çok has adam.

-Çok has.

-Çok yardım etti bize.

-Etti etti.

-Biraz daha helva versene bana Zülfiye.

-Vereyim, yorganı üzerine çek de öyle otur. 

Zülfiye, kocasına bir miktar helva ile ekmek verdi. Çayını doldurdu.

(Devamı var)

YORUM EKLE