İKİ KISSA İKİBİN HİSSE

Yavuz Sultan Selim, ordusuyla beraber sefer için Mısır yollarındadır. Mısır’a ulaşmak için Sina Çölü’nü geçmek gerekliydi fakat bu çölü geçmek neredeyse imkânsızdır.

Yavuz, geçmeye kararlıydı. Osmanlı ordusu Sina Çölü’ne çıkmak üzeredir. Basra civarında günlerce meyve bahçelerinden geçerler. Daha sonra Basra gerilerde kalır ve uçsuz sahra görünür.

Çölün hissedilmeye başladığı anlarda Yavuz durur ve yanındakilere “Bir meyve, meyve getirin bana!”

Vezirler şaşkındır bir şekilde mümkün olmadığını söylerler. Bunun üzerine Yavuz ordu içerisinde aramalarını, bir tane hurma ya da elma bulmalarını emreder. Ama bulunamazlar.

Haber ulaştığında Yavuz secdeye kapanır “Sana şükürler olsun ya Rabbi!” diyerek, vezirlerine döner. ”Eğer askerimden biri elini bahçelerdeki o dallara uzataydı, girmezdim çöle!”

Sina çölünde ilerlerken Sultan Selim Han, atından iner ve o kızgın çölde yürümeye başlar. Tüm ordu yürümektedir. Ordu harap ve bitap hâle gelmiştir. Yavuz, büyük bir edep ve huşu içinde yürümeye devam etmektedir. Sebebi sorulunca bütün heybet ve azametinden sıyrılıp, sükûnet ve edeple şöyle der:

“Önümüzde, Fahri Kâinat yürüyor. Efendimiz Hazreti Muhammed yürümekteyken, at üstünde gitmekten hayâ ederim!”

Dokuzuncu Osmanlı Padişahı, Yaptığı fetihlerle ve kişiliğiyle tarihe adını altın harflerle yazdırmış, tarihin önemli şahsiyetlerinden biri olan Yavuz Sultan Selim;

İkinci Beyazıt’ın oğlu, Kanuni Sultan Süleyman’ın babasıdır. Babası II. Bayezid’ın yerine tahta çıkan Yavuz Sultan Selim padişahlığı döneminde, Anadolu’da birlik ve beraberlik sağlanmış, dönemin en önemli iki ticaret yolu olan İpek ve Baharat Yolu’nu ele geçirilmiş, bu sayede doğu ticaret yolları tamamen kontrol altına alınmıştır. Kısa bir padişahlık yapmasına rağmen sekiz yıl gibi bir zamanda imparatorluğun sınırlarını iki katına çıkarmıştır. Mısır Seferi sonrası kutsal topraklar Osmanlı hâkimiyetine girmiştir.6 Temmuz 1517’de Kutsal Emanetleri aralarında Hz. Muhammed’(s.a.v.)in hırkası, dişi, sancağı ve kılıcı, bulunan eşyaları, Hicaz’dan Yavuz Sultan Selim’e gönderilmiş,29 Ağustos 1516’da Hilafet Abbasi soyundan Osmanlı soyuna geçmiştir.

Şimdi de Yunus Emre ve Molla Kasım kıssasına kulak verelim.

Yunus Emre’nin divanı, vefatından yıllar sonra İslam’a hizmet etmek kaygısıyla hareket eden Molla Kasım’ın eline geçer. Eline geçen kitap Yunus Emre‘nin üç bin sayfalık bütün şiirlerini kapsayan divanıdır.

Molla Kasım oturur dere kenarına, şiirleri okumaya başlar “bu ifade şeriata aykırı, bu haram, bu sakıncalı” diyerek üç bin sayfalık kitabın yaklaşık iki binini yırtar, dereye atar veya yakar.

Molla Kasım beğenmediği şiir sayfalarını bir bir, söylene söylene dereye atmaya, yırtmaya, yakmaya devam ederken şu beyit ile karşılaşır:

Ben dervişim diyene bir ün edesim gelir,

Seğirdü ben sesine varıp yetesim gelir.

Sırat kıldan incedir, kılıçtan keskincedir,

Varıp anın üstüne evler yapasım gelir.

Altında gayya vardır, içi nar ile pürdür,

Varu ben ol gölgede biraz yatasım gelir.

Oda gölgedir deyu ta’n eylemen hocalar,

Hatırınız hoş olsun biraz yanasım gelir.

Ben günahımca yanam, rahmet suyunda yunam,

İki kanat takınam, biraz uçasım gelir.

Andan Cennete varam, Cennette huriler görem,

Huri ile gılmanı bir bir koşasım gelir.

Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme,

Seni sigaya çeken bir Molla Kasım gelir.

Bu şiiri okuyunca Molla Kasım suçüstü yakalanmış bir çocuk edasına bürünür. Aşık Yunus’un heybeti, büyüklüğü karşısında erir, yok olur. Pişmanlık duyarak o an ne yapacağını bilemez; yaktığı ve suya attığı şiirler için bir ateşe, bir suya koşar. Zahire aldandığını, şiirlerin özünü, bütününü anlayamadığını; Aşık Yunus’un şiirlerini üstün bir manevi güçle yazdığını fark eder. Yunus Emre‘nin ne kadar büyük bir Allah dostu olduğunu anlar ve tövbe eder.

Rivayete göre;  yakılan  bin şiiri gökte melekler, denize atılan bin şiiri balıklar, Molla Kasım’ın elinde kalan bin şiiri ise, insanlar okumaktaymış.

YORUM EKLE