KUR’ÂN’LA MI MÜKELLEFİZ YOKSA MEZHEPLE Mİ? YAHUT SÛRET-İ HAKKA BÜRÜNMÜŞ BÂTIL!

Son günlerde, kıyamet yaklaştığından olsa gerek, birçok müslüman dinin yegâne kaynağının Kur’ân olduğunu, Allah Teâlâ’nın bize onu gönderdiğini, mezheplere değil, O’nun kitabına uymakla mükellef olduğumuzu büyük cesaret ve özgüvenle (ne demekse özgüven!) savunmaktadır. Pek çok sahâbîyi kâfir sayan Hâricîler’in, “Aramızda Kur’ân hakem olsun!” sözlerine karşı Hz. Ali (ra)’ın yaptığı tespitin tam yeridir: “Sözleri hak, fakat bununla kasdettikleri mâna bâtıldır.”

Onların pek çoğuna göre bütün gelenek “uydurulmuş din”den ibarettir. Amelî hükümler alanında mezhepler ve dahi kalbî hayatımızı ıslâhı gaye edinen tarîkatler İslam’ı tahrif edip Kur’ân’ı ortadan kaldırarak kendilerini onun yerine ikame etmişler ve “indirilmiş din”e gölge düşürmüşler, üstünü örtmüş, hatta tahrîf etmişlerdir. Bu tür iddiaları savunanların farklı versiyonları mevcut. Yani “İlle de Kur’ân(!)” diyenler de birbiriyle kavgalı.

Önce şunu söyleyelim: Mevzû gerçekten çok geniş olup hakkında nice makale ve kitaplar yazılmıştır. Ancak burada belli başlı noktalara dikkat çekmenin faydalı olacağı ümidindeyiz. Tâ Cenâb-ı Resûl Efendimizden itibaren –ittifak ve ihtilâf edilen yönleriyle- kesintisiz olarak devam eden Ehl-i Sünnet çizgisinin doğruluğunu ispatlama çabasından ziyade, bu nevzuhur anlayış(sızlığ)ın tutarsızlığına atf-ı nazar etmeye çalışacağız.

Geleneği reddeden hemen bütün anlayışlar sözümona “aydınlanma” düşüncesiyle mâlüldür, ithâldir, bize ait değildir. Her şeyi yeniden, objektif ve bilimsel anlayışla ortaya koyma davasıyla zuhur eden yeni (!) telakki, eski dünyanın gizemli havasını dağıttığı, bilimin dine artık ihtiyaç bırakmayan bir gerçek tasavvuru sunduğu iddiasındadır. Burada akıl ötesine, bilimdışılığa, geleneğe yer yoktur. Buraya kadar “Kur’âncılar” da hemen aynı yahut yakın şeyleri savunmuyorlar mı? Mucizeyi inkâr ediyorlar, Kur’ân’da sâbit olanları te’vîl, daha doğrusu tahrif ediyorlar, çünkü bilimsel değil (meselâ, Hz. Meryem annemizin Hz. İsâ (as)’ya nasıl hâmile kaldığı, onu dünyaya nasıl getirdiği teferruatıyla anlatılırken, Kitâb’ı indiren Rabbülâlemîn’e muhalefet ederek “Hz. Meryem çift cinsiyetliydi.” diyebiliyorlar); Kur’ân’ın pek çok âyetinde “Allah’ın izin verdikleri şefaat edecektir.” buyurulduğu halde şefaati inkâr ediyorlar, çünkü akla uygun değil (Allah katında torpil olmazmış. Oysa şefaat torpil değildir), vesaire…

Ancak bütün geleneği reddetme noktasında Batı kaynaklı kabullerde ittifak halindeler de nedense bir istisnâ olarak Kur’ân’ı kabul ediyorlar. “Bunda ne mi var?” Tutarsızlık var. Zira pozitivist bilim anlayışında vahye de yer yoktur. Çünkü bilimsel değildir, deney ve gözlem konusu olamaz, “bilimsel” açıdan ispatlanamaz vs…

Görünen o ki artık bu tenakuz da ortadan kalkmakta, bahsi geçen kişilerin kimileri tarından Kur’ân’da hatalar tespit edilmektedir. Ben bunu tutarlılık adına, Kur’âncıların artı hanesine yazma taraftarıyım. Bütün geleneği reddediyorsanız, Kur’ân’ı kabul etmenin savunulacak hiçbir tarafı olmamalıdır. Zira ortada bir “gelenek”, yani “gelen”, “eskiden beri akıp bize kadar ulaşan şeyler” var. Kur’ân da bu “gelen” şeylerden birisidir. Evet, Kur’ân, “gelen” şeylerin esasını oluştursa da gelen diğer şeylerin içerisinde anlaşılır/anlamlıdır. Neden sünnet, icma, kıyas ve diğer şer’î kaynakları atıp Kur’ân’ı aldığınızın tatminkâr bir cevabı kesinlikle yoktur. Denirse ki: “Kur’ân’ı Allah Telâlâ koruyacağını vadediyor. Ama diğerleri böyle değil.” Kur’ân’ın muhafaza edildiğinin delili nedir ve nasıl korunmuştur? Allah Teâlâ’nın Kur’ân’ı koruduğunu kim görmüş? Yani bilfiil –hâşâ- yeryüzüne inmiş de mi korumuş? Tam birileri onu değiştirmeye yeltenmiş, çıkmış ortaya –hâşâ- dokundurtmam mı demiş? Nasıl ki vahiy “bilimsel(!)” değilse, gelen o vahyin korunduğuna, eldeki metnin Kur’ân olduğuna dair bilimsel bir veri de yok. Zira nakli, rivayeti, tevâtür ve icmâı kabul etmiyorlar. Oysa Kur’ân da bize tevâtüren nakille geliyor. Bunu reddederek varılacak yer inkârdır. Bunun Allah’ın kitabı olduğunu size kim söyledi? Siz böyle kitabın varlığından nasıl haberdar oldunuz? Bir toplumda gözlerinizi açtınız ve orada öğrendiniz.

Öte yandan, Kur’ân’ı alıp tefsîr, hadis, lüğat, belâğat, sarf, nahiv, vaz’, kelâm gibi ilimlere sırt çevirmenin aslında Kur’ân’ın iptali anlamına geldiğini neden göremediklerini anlamak bizim için imkânsız. Daha somutlaştıralım. Diyelim ki –onların kasdettikleri mânada- “Sadece Kur’ân!” diyorsunuz ve aldınız yüce kitabı elinize, okumaya başladınız. Anlayıp amel etme niyetindesiniz. Sizi besmele karşıladı. “Bismillâhirrahmânirrahîm!” Hiçbir sorun yok mu? Ne demek bu? Başta “bi”, Arapçasıyla “bâ” harf-i cerri… Anlamı? Sözlüğe bakacaksınız. Hayır, bakmayın, hakkınız yok. Var olduğunu iddia ediyorsanız, tutarsızlığı göze almışsınız, ta baştan kendinizi yalanlamış olursunuz. O sözlük size Kur’ân olarak mı geldi? Hayır. Gelenekten geldi. Geçmişe, yani geleneğe ait ve mensup birileri tarafından yazıldı. Aslında eğer bu iddianın sahipleri dürüstlerse, bu aşamada ellerinden o Kitâb’ı bırakmalıdırlar… Değil besmeleyi, daha besmelenin başındaki harfin anlamını bile güvenilir bir kaynaktan (onlara göre Kur’ân’dan başka yok çünkü!) tespit etme imkânı bulunamamaktadır.

Kur’ân’ın bir “dil” yönü var, her şeyiyle geleneğe ait olan bu tarafı da atabilir misiniz? Sözlük bilgisi (luğat), kelime yapısına dair ilim (sarf), cümle yapısı (nahiv), anlam özellikleri (belâğat) gibi ilimleri devre dışı bırakabilir misiniz! Bırakırsanız, tekrar vurgulayalım, elde Kur’ân da kalmayacaktır. Bazıları da şöyle bir tavır içinde: “Dil bakımdan gelenekten faydalanalım, ama nassları anlama noktasında biz kendimiz ictihad edelim.” Dini tahrif ettiğini iddia ettiğiniz kişilerin, dili tahrif etmediklerinden nasıl emin olabilirsiniz?!

Hâsıl-ı kelâm, eğer bütün geleni/geleneği reddedilirse, elde Kur’ân da kalmayacak, kalsa da o Kur’ân olmayacaktır. Zira onu doğru anlamayı, hatta yanlış da olsa anlamayı mümkün kılacak bütün araçları devre dışı bırakılmaktadır.

Selefi takip ve mezheplere uyma meselesi gündeme gelince dillerinden düşürmedikleri şu ayeti öne sürerek istismar ediyorlar: “Onlara ‘Allah’ın indirdiklerine tâbi olun!’ denince, diyorlar ki: ‘Biz atalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona uyarız.’ Onların ataları hiçbir şeyi akledemeyen ve hidayet üzere de olmayan kimseler olsa da mı (uyacaklar)” (Bakara 170) Müşriklere hitap eden ve bâtılda ittibâyı yeren bu âyet maalesef müslümanlara karşı kullanılmaktadır. Eğer atalara ittibâ mutlak mânada haramsa, onların da –tutarlı olma adına- müslüman olmamaları gerekir! Zira iddia sahiplerinin ataları da müslümandırlar!

Oysa Kur’ân, kendisini ve her şeyi doğru anlamada takip edilecek rotayı da bize veriyor: “Öne geçen ilk muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tâbi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur…”(Tevbe 100). Ve Hz. Yûsuf (as) şöyle diyor: “Ben, atalarım olan İbrahim, İshak ve Yakub’un dinine uydum.” (Yûsuf 38) Dahası Rabbimiz son elçisine şunu buyuruyor: “Sana, ‘doğru yola yönelerek İbrahim’in dinine uy/ittibâ et!’ diye vahyettik.”(Nahl 123). Dalâlette tâbi olmak kişiyi yoldan çıkarırken, hidâyette ittibâ etmek, hidâyetin ne olduğunu anlama ve ona göre yaşamanın en kestirme yoludur. Aksi halde peygamberler gönderilmez, sadece kitaplar indirilirdi…

Kur’ân ayında, Kur’ân’ı doğru değerlendiren ve hakkını vermeye çalışanlardan olmak en büyük niyazımızdır.

YORUM EKLE
YORUMLAR
Oktay Yavuz
Oktay Yavuz - 5 yıl Önce

Allah razı olsun hocam. Bundan daha güzel anlatılamazdı.

Sedat derin
Sedat derin - 5 yıl Önce

Hocam Allah razı olsun İstifade ettik Rabbim doğru yolundan ayırmasın Âmin