Paşa'nın Petekliği (16)

Paşa, bey kızı, kahya ve yanındakilerden ayrıldıktan sonra adımlarını hızlandırdı. Çit Deresi boyunca daha çok yolu vardı. Ay, Sofra Taşını devirdi, batmak üzereydi. Ay batınca kapkaranlık gecede yol almak mümkün değildi. 

-Yürü Keleş, bir an önce Mehmetaliler’in Çeşmesine varmalıyız, yoksa bu derede ayılara yem olabiliriz. Gerçi sen varsın yanımda ama yine de dikkatli olmak lazım. Silah da yok üzerimde.

Yol ince ve uzundu. Kah karanlığa giriyor, kah önü aydınlanıyordu. Yola dikkatli bakmak lazım. Ayılar gecenin bu saatlerinde bahçelerde armut yemeyi çok seviyorlardı. Halilli Mahallesi’nin altını hızla geçti. Az ilerdeki değirmenden gelen ışıkla biraz olsun rahatladı ama Mariya’da ayı olabilirdi. Bulduğu kalın bir sopayı eline aldı. Her adım attıkça yola bakıyordu. Yol çevresini de sık sık gözden geçiriyordu. 

Feride’nin bostanın karşısına geldiğinde aşağıdan yukarıya gelen bir karartı gördü. Bu mutlaka bostandaki armutlardan karnını doyuran ayı olmalıydı. Hem hızla yürüyor hem de gittikçe yaklaşan karartıdan gözlerini ayırmıyordu. Dikkatli bakınca ayı olduğunu anladı. Şu Mıcık Mustafa’nın bostanının karşısına kadar kazasız belasız gidersem ayıdan kurtulmuş oluruz. Yürüyordu ama yürüyor muydu yoksa koşuyor muydu farkında bile değildi. 

Sonunda Zirida Deresinin Çit Deresine kavuşan yerine gelince rahatladı. Dönemeci döndüğünde çeşmede biraz soluklanalım dedi kendi kendine. Dönemeci de hızla döndü. O da ne, Mehmetaliler’in çeşmesinde gece feneri ve fenerin hemen karşısında oturan biri vardı. 

-Kim olabilir Keleş? Bu saatte burada ne arıyor?

Bu kez yavaş adımlarla yaklaştı. Çeşmenin başında ak sakallı bir ihtiyarın oturduğunu görünce “selam” verdi. Selamı alan yaşlı adam, çeşmenin suyunda ıslattığı kuru peksimetten yiyordu. Çeşme önündeki bileği taşının üstünde gaz feneri ve peksimet vardı. Belli ki ihtiyarın ekmeğe katık yapacak herhangi bir şeyi yoktu.

-Gel evlat, yolunu mu şaşırdın?

-Hayır emmi, ben burada duruyorum.

-Buralarda ev bark yok, nerede duruyorsun ki?

-Yukarıda mağara var, orada kalıyorum.

-Paşa’nın petekliğinde mi?

-Evet emmi.

-Yani mağarada kalıyorsun?

-Evet de emmi o mağarayı babamdan başka bir tek ben biliyorum, sen nereden biliyorsun?

İhtiyar, Paşa’nın sorduğu soruyu:

-Hele otur, yoldan geldin sen de açsındır, ekmeğimi paylaşırım seninle. Sana da yeter bana da.

-Dur emmi, çantamda kasabadan aldığım zeytin ve helva var. Katık yapalım.

-Gerek yok evlat. 

-Olur mu emmi, sen benimle ekmeğini paylaşıyorsun, bende azığı paylaşayım seninle.

-Öyle olsun evlat.

Paşa, omuzundaki heybeyi indirdi. Heybeden çıkardığı zeytin ve helvayı bileğinin üzerine koydu. Bir süre konuşmadan yediler. 

-Emmi, soruma cevap vermedin.

-Hangi soruna?

-Burada mağara olduğunu nereden biliyorsun diye sormuştum.

-Ha, o mu, Paşa Osman babanı çok iyi tanırım.

-Öyle mi?

-Mağaranın yerini o mu söyledi sana?

-Evet evlat. Yine böyle bir gece burada ekmek yiyordum. O da senin gibi gece geldi. Oturduk onunla uzun boylu konuştuk ama bana mağaranın yerini kimseye söylemememi istedi. Ben de kimseye söylemedim. 

-İyi etmişsin emmi.

Gecenin bu saatinde bu adam buralarda ne arıyordu? Elinde gaz feneri. Nereden gelip nereye gidiyordu? Yaşlı başlı adam. Tek başına. Allah korusun ayıya, kurda rastlarsa kurtaramaz kendini.

-Bilir misin evlat bu çeşmeyi yaptıran Mehmet Ali’nin cenaze namazını ben kıldırdım.

-Sen mi kıldırdın emmi?

-Evet.

Paşa, daha da meraklanmaya başladı. Sormadan edemedi.

-Emmi, merakımı bağışla nereden gelip nereye gidiyorsun?

-Nereden gelip nereye gittiğim belli değil. Gece gündüz dolaşırım.

-Köyün, evin barkın yok mu emmi?

-Var elbet.

-Yoksa sen de kasabadan geç mi ayrıldın da gecenin bu vaktine kaldın? Benim emmim adını bağışlar mısın?

-Çok mu merak ediyorsun evlat?

-Ekmeğini benimle paylaşanın adını bilmek isterim.

İhtiyar, akan sudan ellerini yıkadı. İki avucunu birleştirip su içti. Paşa’ya dönerek:

-Şakir Hoca adını duydun mu evlat.

-Duydum emmi.

-Hiç gördün mü?

-Görmedim.

-Nasıl biri olarak bilirsin?

-Çok iyi bir insan olduğunu söylerler. Derdi, sıkıntısı olan ona gidermiş.

-İşte o hoca benim evlat.

Paşa’nın bir anda tüyleri diken diken oldu. Dili tutulur gibi ağzı ve damağının kuruduğunu hissetti. Çeşmenin lülesinden akan suya avuçlarını uzattı. Kana kana içti.

-Bağışla hocam, ver o mübarek elini öpeyim.

-Sağol evlat sağol, şimdi sen adını söyle bakayım.

-Paşa, dedi güçlükle.

-Babanın adı. Ama onun Osman’ı da vardı.

-Evet hocam.

-Söyle bakayım daha ne kadar kalacaksın mağarada?

-Bilemiyorum hocam, baba nasihati. Babamın nasihati üzerine mağarada kalıyorum. 

Şakir Hoca, Paşa’nın gözlerinin derinliğine kadar dikkatlice baktı. Paşa’nın ise dizlerinin bağı çözülüyordu.

-O nasihati istersen kaldırırım evlat.

-Nasıl olacak hocam? Babam bu topraklar için şehit oldu. Babamı görme imkanımız yok.

-Orası öyle de sen babanın nasihatini tutmuşsun. Bundan sonra rahat bir hayat yaşaman için o mağaradan kurtulman lazım.

-Olmaz hocam, ben babamın nasihatinden ayrılamam.

-Sen bilirsin ama, ben seni yine okuyayım. 

-Okuyacak mısın?    

-Evet, tam karşıma geç. Dizlerini kır otur. Ellerini dizlerinin üzerine koy ve gözlerini kapa. Sakın açmayasın.

-Olur hocam.

Şakir Hoca, Paşa’yı okuyup üfledikten sonra gaz fenerini alarak yavaş yavaş uzaklaşır ve karanlıkta gözden kaybolur. Paşa ise gözlerini açmak için hocanın “aç” demesini bekliyordu. Aradan biraz zaman geçtikten sonra:

-Gözlerimi açayım mı hocan?

Cevap alamayınca aynı soruyu tekrar sorar. Yine cevap alamayınca bu kez açar gözlerini. Açar ama Şakir Hoca, çoktan uzaklaşmıştır. Karanlıkta hocayı arar, “hocam, hocam” diye birkaç kez seslenmesine rağmen bir yerden cevap alamayınca içine bir ürperti düşer. Hava sıcak olmasına rağmen titremeye başlar. Bir türlü titremesine engel olamaz. Çeşmenin lülesinden akan buz gibi suyu yüzüne birkaç kez vurdu. Zorla:

-Haydi Keleş, evimize gidelim.

Xxx

Silah seslerini duyan köylüler rahatlamıştı. Köy meydanındaki dutun kurumuş dalına muhtar İhsan yaktığı lüks lambasını astı. Yine kimseden ses çıkmıyordu. Merakla bey kızı ve diğerleri bekleniyordu. Guguk kuşunun sesine lüks lambasının çıkardığı ses karışıyordu. Kuvvetli ışığı gören gece sinekleri lüksün çevresinde adeta bir ordu oluşturmuşlardı. 

-Mahur’u buldular da o soysuzlar nerede? İnşallah bey kızına kötü bir şey yapmamışlardır.

-Ağzını hayra aç kız.

Meydanın hemen çıkışında üç beş kız kendi aralarında konuşuyorlardı. Kimse duymasın diye adeta birbirlerine fısıldıyorlardı.

-Hanımağa kara kara düşünüyor baksanıza.

-Nasıl düşünmesin?

-Ya kötü bir şey olduysa?

-Şom ağzını hayra aç dedim sana.

-Ne bileyim. 

-Bey kızı güçlüdür.

-Seyis Celal de öyle.

-Ama karşısındakiler dört kişi.

-Olsun, Celal onları paramparça eder.

-Bey kızı da az değildir.

-Öyle.

Kofosun Osman’ın evinden yukarı gelen nal sesleri, büyük küçük herkesin dikkatini çekti. Gözler, o tarafa çevrildi. En önde kahya, Prens’in dizginleri elinde, atın üzerinde ise b ey kızı Mahur vardı. Bu kez gözler ona çevrildi. Herkes Mahur’a dikkatlice bakıyordu. Mahur’un neşesinin yerinde olduğu nu gören köylülerin yüreğine su serpilmiş gibi oldu. Attan inen Mahur, gitti anasına sarıldı. Gyş Nenenin elini öptü. 

-Bir şeyin yok değil mi?

-Yok nenem.

-İyi.

Arkadan Çakıroğlu ve kardeşleri atlara ters bindirilmiş elleri arkaya bağlı bir şekilde getirildi. Kısa bir süre önce kaygı dolu köy meydanı şimdi de kahkahalardan inliyordu. Çoluk çocuk, genciyle yaşlısıyla herkes kahkahalarla gülüyordu. Kahya:

-Tam ortaya getirin soysuzları.

Köylüler daire şekilde açıldılar. Atlara ters bindirilmiş kardeşler meydanın tam ortasındaydılar. 

-Muhtar, Şanalar’da küçük hanımın yolunu kestiler. Balcı Paşa’dan ilk derslerini aldılar. Ama ders onlara az gelmiş olacaklar ki Filerin Deresi’nde pusuya yattılar. Allah versin biz yetiştik. Şimdi bunlar sana teslim ne yaparsın bilmeyiz. Ama iyi bir cezayı hak ettiler.

-Doğru dersin kahya. Şimdi bunları biz jandarmaya teslim etsek, git gel mahkemeye işin yoksa. En iyisi bunların cezasını Guş Nenem versin.

Gözler Guş Neneye çevrildi. Herkes onun iki dudağı arasında dökülecek cezayı merakla bekliyordu. 

-İndirin onları atlardan. Atları kenara çekin.

Elindeki bastonuna dayanarak ayağa kalktı. Çakıroğlularının yanına geldi. Reşat’ın sırtına bastonuyla olanca kuvvetiyle vurdu. Guş Nene, diğerine vuracakken:

-Dur nenem. Ne olur dur. Onların bir suçu yok. Onları hep bu yola ben sevk ettim. Bana ne ceza verirseniz verin. Jandarmaya vermeyin. Kardeşlerimi serbest bırakın. Yalvarıyorum, onlara bir şey yapmayın.

-Nasıl inanayım?

-Öyle nenem, dedi en küçükleri Süleyman, abim bizi dinlemedi.

-Çözün üçünün ellerini, kaldırın.

Köylüler pür dikkat Guş Nene’nin her hareketini izliyordu. Bastonuyla bir kez daha vurdu Reşat’ın sırtına.

-Herkes, çoluk çocuk, yaşlı genç, bu musibetin yüzüne tükürsün. Muhtar herkes tükürdükten sonra serbest bırakın. Eğer akıllanmazsa sonu jandarmadır, bilesin.

-Tamam Guş Nenem, dedi muhtar İhsan. 

Çakıroğlu Reşat, köylülerin çoluk çocuk, genç yaşlı, kadın erkek yüzüne tükürecek olması ona ölümden daha ağır geleceğini hisseder ve

-Kurbanım olam Guş Nenem, bunu bana yapmayın. Sizlere söz, bir daha kimseyi rahatsız etmeyeceğim, yarından tezi yok köyü terk edeceğim. Ne olur bunu bana yapmayın Guş Nenem.

Guş Nene, Muhtar İhsan’a bakar ve:

-Ne dersin muhtar?

-Sen ne dersen o olsun.

-Haydi soysuz, al kardeşlerini ve evine dön. Bir daha da bu köyde görünme. 

(Devamı var)

YORUM EKLE