Ara
Gümüşhane
Kapalı
3°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
42,7027 %0.01
50,2384 %0.14
5.958,89 % 0,96

TATİL Mİ DEDİNİZ?

YAYINLAMA:

Eğer bin yıl önce yaşıyor olsaydık seyahat acentelerini, tatil broşürlerine bakan öğrencileri, senelik izninde nereye gideceğini planlayanları görmeyecektik. Onun yerine köy meydanlarında ırak memleketlerin korkunç hikâyelerini anlatan ihtiyarlarla karşılaşacaktık. Yahut harp nedeniyle uzaklara gitmiş bir gazinin hikâyesine rastlayacaktık. Bu gazinin cenkten evine ancak üç dört sene sonra dönebildiğini, köyüne girince sokakta oynaşan çocuklara bakarak: “Hangisi evladımdır acep?” düşüncesiyle yutkunduğunu görecektik.  Gazinin farklı memleketler hakkındaki suskunluğuna şahit olacaktık. Çünkü o zamanlarda uzaklarda anlatacak lezzetli bir şey yoktu. Oralara ancak gaza için gidilirdi, oraların adetlerini görmek, yemeklerini tatmak,  binalarını gezmek akla gelmezdi. Uzaklar barut kokar, uzaklarda kılıç şakırtısı duyulur, arkadaşlar şehit düşer, cılk yaralar çıkar, bitlenilirdi.


Şimdi tatillerde avuç avuç yayıldığımız yabancı memleketlere şahsi merakı için eskiden kimse gitmez miydi peki?  Diplomatik sebeplerle seyahat eden elçilerle, paranın merkezine göre yol haritalarını hazırlayan tüccarları “şahsi merak” kümesine koyamayacağımıza göre elimizde sadece seyyahlar kalıyor.  Seyyahların gezme biçimi de bizimkinden oldukça farklıydı, onlar bir işte çalışıp yıllık izinlerindeki yıllık izin diye bir şey o zaman tabii ki yoktu. Kervanlara iştirak eden kişiler değillerdi.  Seyyahlık bir yaşam biçimiydi.  Cadıların, devlerin, adaletli hünkârların, zalim kralların, dört başlı insanların ülkelerine yapılacak bir yolculuktu. Seyyahlar kendilerine acentelerin sunduğu cicili bicili programı önceden incelemiyor, gezecekleri mekânları bilmiyorlardı.  Günümüz insanının gideceği yerin hava durumunu dahi önceden öğrendiği gezilerle kıyaslanamayacak şekilde heyecanlı ve zor yolculuklar yapıyorlardı.  Seyahatin bu esrarlı yüzü nedeniyle seyyahlık sadece erkeklerin yapabileceği bir şeydi.
Peki, ilk kez bizim bildiğimiz manada tatil kavramı ne zaman çıktı? Çalışmaktan yorulan insana “Hadi bakalım sana şu kadar gün, istediğin biçimde dinlen” diyen kaidenin Sanayi devriminden sonra ortaya çıkmaya başladığını görüyoruz.  Eskiden tatiller kırsal kesimde çalışan toplumların geleneklerine ve iklime göre şekilleniyordu. Harmanın kaldırılması,  dini bayramlar,  kuraklık vb. dinlenilecek zamanları da belirliyordu.  Şehirlerde ise sanayi devriminden önce toplu çalışma anlayışı olmadığından, çalışan bireylerin tatilleri farklılıklar gösteriyordu. Muhakkak dinin etkilediği bir zaman dilimi vardı. Örneğin Hıristiyanlar pazar Yahudiler cumartesi, bizlerse Cuma günü işyerlerinde olmuyorduk. Bunun dışında bir kişinin işe gitmemesi usta ile çırağın arasındaki duruma bağlıydı. Örneğin 1897 yılı Osmanlı Devleti’nin (Osmanlı’da genelde çalışma hayatı, tarım ve küçük zanaat işletmelerinde sürerdi. Nüfusun büyük bir bölümü kırsal bölgelerde tarım ve hayvancılıkla uğraşmaktaydı.) iktisadi yapısına baktığımızda sanayi işletmelerinin genelde değirmenlerden ve bir ila beş kişinin çalıştığı işletmelerden oluştuğunu görürüz. Zanaat kurumları ise yine en fazla üç-beş kişinin çalıştığı küçük işletmelerden oluşmaktaydı. Burada da dinlenilecek zamanı kanunlar değil birebir ilişkiler belirliyordu.  Ustayla çırak babayla oğul gibiydi. Küçükken ustanın yanına bırakılan oğlanın büyümesine, işi öğrenmesine, sevdalanmasına, evlenmesine, baba olmasına, bayramına, hastalığına vs. şahit olan bir usta vardı.  Usta çalışanlarına haftanın bir günü izin vermez, hangisine izin lazım olursa ona müsaade ederdi.  Usta çalışanın sıkıntısını kendi sıkıntısı bilir, mahkemede şahidi, borcuna kefili, evleneceği zaman aracısı olurdu. Haftanın bir günü de evde dinlenelim diye bir istek duyulmuyordu o zamanlar. Belki çalışırken aynı zamanda dinlenilebildiği için. Yıllık izin ise tahayyül edilecek şey değildi.


Osmanlı’nın son dönemlerinde bir iki deneme olmuşsa da tatil fikrinin tam anlamıyla ortaya koyulması Milli Mücadele’nin yapıldığı esnalarda 17 Şubat- 4 Mart 1923 tarihli I. İzmir İktisat Kongresi’nde gerçekleşmiştir. Ülke itilaf kuvvetlerinin taşıdığı ateşle cayır cayır yanarken ortaya atılan “Haftada bir gün istirahat müddetinin verilmesi ve hafta tatilinin cuma günü kabulü.” İfadesi sanayi, çiftçi ve tüccar grupları arasında oy birliği ile kabul edilmiştir. İzmir İktisat Kongresi’nde işçi isteklerinin çoğu uzun bir süre kâğıt üstünde kalmasına karşılık, hafta tatili kanunu bir yıl sonra TBMM’de kanunlaşmıştır. 1935 yılına gelindiğinde ise –yani tam on bir yıl sonra-  Cuma günü olan tatil günü Pazar günü olarak değiştirilmiştir.

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *