SESSİZ ADA’NIN GÜR SESİ
Bir milletin sesi bazen susar.
Bazen kısılır, bazen bastırılır. Ama bir gün biri çıkıp, o milletin sesi olur.
1960’larda zulme uğrayan Kıbrıs Türklerinin sesi, umudu ve direnci, bir avukatın direnişe dönüşen hikayesi oldu. Rauf Raif Denktaş, sessiz adanın içinden doğan bir çığlıktı. Bu çığlık, tarihe “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti” adıyla kazındı.
1924’te Lefkoşa’da doğan Denktaş, İngiltere’de hukuk eğitimi aldı. Hukuku, halkının haklarını savunmak için kullandı.
1950’lerde Rumların Enosis hayaline karşı, Kıbrıs Türk halkını örgütlemeye başladı.
O sadece bir avukat değildi, 1957’de Rum saldırılarına karşı Türk Milletinin direniş gücü olarak kurulan, Türk Mukavemet Teşkilatı’nın (TMT) mimarlarındandı. Kalemi vardı, ama gerektiğinde eline bayrak aldı. Mikrofonu vardı, ama gerektiğinde halkının önünde siper oldu.
1960 yılında Türklerin ve rumların anayasal eşitliğine dayalı ortak Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduğunda, Denktaş Başsavcı Yardımcısıydı. Ancak Rumlar kısa sürede Türklerle ortaklığı bozup, 1963’te Türkleri anayasal yönetimden dışlayınca, Denktaş, artık diplomatik ve siyasi mücadeleyi uluslararası alana taşıyordu.
21 Aralık 1963 Kanlı Noel’inde Rum çeteleri Türk köylerine saldırdığında, yüzlerce Türk katledilmişti. Yüzlercesi kaybolmuş veya esir alınmıştı. 133 köy Türklerden boşaltılmış, 25.000 Türk göç etmek zorunda kalmıştı. Türkeli, Muratağa, Sandallar, Atlılar, Taşkent, lefkoşa ve Famagusta çevrelerinde kadın, çocuk ve yaşlılardan oluşan birçok sivil, savunmasız durumda iken katledildi. Ölü sayısı resmiyette 1.000 olarak belirtilse de gerçek sayının daha fazla olduğu ifade ediliyordu.
Kadınlar ve çocuklar öldürülürken BM “itidal” çağrısı yapıyor, Avrupa kör kalıyordu ama Denktaş konuşuyordu:
“Bu millet yok sayılamaz. Kıbrıs Türkleri teslim olmayacak.” diyordu. Sürgün edildi, tehdit edildi, hedef gösterildi. Ama yılmadı. Çünkü o sadece bir siyasetçi değil, bir halkın vicdanıydı. BM ve dünya kamuoyuna, Kıbrıs Türklerinin maruz kaldığı zulmü anlatıyordu. 1964’te Rum yönetimi Denktaş’ın adaya girişini yasaklamasına rağmen, adaya gizlice geçen Denktaş tutuklanınca, Türkiye’nin müdahalesiyle serbest kalıyordu.
15 Temmuz 1974’te Kıbrıs’ta gerçekleşen Yunan destekli darbeyle Makarios devrilmiş, yerine Nikos Sampson getirilmişti. Bu darbe açık bir şekilde “Enosis” yani Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakı amacını taşıyordu. Türkiye, bunun üzerine garantörlük hakkını kullanarak müdahale hazırlıklarına başlıyordu.
Türkiye’nin harekât hazırlıkları gizlilik içinde yürütülürken, Türk kamuoyuna ve dış dünyaya açıkça harekâtın başladığını söylemek mümkün değildi. Bu yüzden Başbakan Bülent Ecevit ile Dışişleri Bakanı Turan Güneş arasında önceden kararlaştırılmış şifreli bir cümle kuruluyordu: “Ayşe tatile çıksın.”
“Ayşe”, Turan Güneş’in küçük kızının adıydı. 20 Temmuz 1974 sabahı, Turan Güneş Londra’dan döndüğünde, Türkiye’nin artık harekâtı başlatacağı kesinleşmişti. O anda bu cümle kamuoyuna açık bir şekilde söylendi.
Bu masum cümle aslında bir milletin savaşla, barışı getirme iradesinin simgesidir. Sözde bir tatil başlamaktadır; ama aslında Mehmetçik, adaya barış götürmek üzere yola çıkmıştır. Bu ifade aynı zamanda Türkiye’nin askeri kararlılığı ile diplomatik zekâsını birleştirdiği bir dönüm noktasıdır.
Kıbrıs Barış Harekâtı (1974) sadece Türkiye ve Kıbrıs için değil, dünya dengeleri açısından da önemli sonuçlar doğurmuştur. Hem uluslararası ilişkilerde hem de soğuk savaş politikalarında sarsıcı etkiler yaratmıştır. Türkiye’nin müdahalesi, iki NATO üyesi ülkenin – Türkiye ve Yunanistan’ın – savaşın eşiğine gelmesine neden oluyordu. Yunanistan, 1974 harekâtından sonra kısa süreliğine NATO’nun askeri kanadından ayrılıyordu. (1980’de döndü).
Kıbrıs Barış Harekatı, ABD Kongresi tarafından ağır şekilde eleştiriliyor ve Yunan lobisinin etkisiyle, Türkiye’ye 1975’te silah ambargosu uygulanıyordu.
Ambargo, ABD-Türkiye ilişkilerinde soğuk savaş döneminin en gergin yıllarından birini doğuruyordu. Türkiye ise müdahaleyi, Garanti Antlaşması’nın 4. maddesine dayanarak uluslararası hukuka uygun bir eylem olarak savunuyordu.
1974 yazında Türk ordusu, Kıbrıs semalarında barış için yürürken, dünya sahnesinde derin bir sessizlik hâkimdi. NATO susuyor, Avrupa endişeleniyor, Amerika tehdit ediyordu. Ama o günlerde, Türkiye’nin yanında beklenmedik bir dost beliriyordu. Libya lideri Muammer Kaddafi.
Ne petrol için, ne çıkar için.
Sadece dostluk için, inanç için ve belki de “zor günde kim var kim yok, gerçek dost orada belli olur” dediği için. Sessiz ama zor zamanda çok gerekli bir destekti.
ABD ambargosunun Türkiye’nin üzerine çökmeye başladığı günlerde, Libya’dan petrol taşıyan gemiler Türk limanlarına sessizce yanaşıyordu. Kaddafi, Türkiye’ye petrolü hem ucuz hem de kesintisiz sağlamıştı. Ambargolarla boğuşan Türkiye’nin askeri sisteminde eksilen parça ve malzemelerin bazıları da yine Libya’dan ulaştırılıyordu. Kaddafi, Türkiye’nin yalnız bırakıldığını görüyor, ama o yalnızlığın bir parçası olmayı reddediyordu.
O yıllarda Arap dünyası karmaşa içindeydi. Batı’ya karşı güven yoktu. Kaddafi, Türkiye’nin Kıbrıs müdahalesini işgal değil, meşru müdafaa olarak gördü. Kıbrıs Türklerinin katliama uğradığını, Türkiye’nin garantörlük hakkını kullandığını açıkça savundu. Batı’nın çifte standardına karşı Türkiye’yi desteklemek, onun için siyasi bir duruştan çok ahlaki bir sorumluluktu.
Kaddafi’nin bu desteği, Türkiye’de asla unutulmadı. Onu sevenler, hep “O bizim yanımızdaydı” dedi. O yılların çocuğu olanlar, Libya’dan gelen petrolün kokusunu değil ama bir milletin yalnız olmadığını hissedişini hatırlıyordu. Kimi gazeteler, Kaddafi’yi “zamanın Nasır’ı” ilan ediyor ve
Türkiye’nin zor gününde ortaya çıkan bu destek, o günün çocuklarının hafızasına, bugünün satır aralarına kazınıyordu.
Kıbrıs Barış Harekâtı, sadece bir askeri müdahale değil, Türkiye’nin varlık ve onur mücadelesiydi. Harekât, Doğu Akdeniz’de Türk varlığının kalıcı hale gelmesini sağlıyordu. Bu durum, ilerleyen yıllarda enerji, deniz yetki alanları ve Mavi Vatan politikası açısından Türkiye’ye stratejik bir zemin hazırlıyordu. KKTC’nin ilanıyla birlikte, Kıbrıs meselesi sadece bir ada sorunu değil, bölgesel güç rekabetinin merkezine oturuyordu.
1974 Barış Harekâtı sonrası Kıbrıs fiilen ikiye bölündü. Denktaş, 1975’te kurulan Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin başkanı oldu. 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni (KKTC) ilan etti. Kurucu Cumhurbaşkanı seçildi ve 2005’e kadar görevde kaldı. Denktaş’a göre bu adım, bir ayrılık değil; eşit iki halkın barış içinde yaşayabileceği bir çözüm modeliydi.
Rauf Denktaş, 13 Ocak 2012’de aramızdan ayrıldı. Geride sadece bir devlet değil, bir halkın onurlu duruşunun temelini bıraktı. Yıllarca BM toplantılarına katıldı, müzakerelere girdi. Dünya kulaklarını kapatsa da, o her defasında sabırla anlattı:
“Kıbrıs meselesi bir azınlık meselesi değil, bir halkın yaşama hakkıdır.”
“Toprak vererek barış olmaz. Haysiyetini vererek hiç olmaz.”
Rauf Denktaş aramızdan ayrıldı ama onun
sesi, Lefkoşa’nın rüzgârında, Mağusa’nın sahilinde, Girne’nin dağında yankılanmaya devam ediyor. O, bir devlet adamından daha fazlasıydı. Adadaki bir milletin kaderini değiştiren adamdı.
Sessiz adanın gür sesi, milletinin susmayan nefesiydi.
Ruhu şad, makamı cennet olsun…
21.07.2025. Av. Ali Haydar Dereli