Canboğul (34)

-Ana, ben yarın kasabaya gidip geleceğim.

-Hayırdır oğul, ne işin var kasabada?

-İşim yok hem biraz hava alacağım hem de Arap’ı bir kıştır koşturmadım, biraz koşturacağım.

-Burada koştur Can.

-Burada rahat koşacağı yer yok ana.

-İyi, bazı alacaklar var, onları da alırsın.

-Akşama belki gelmeye bilirim ana, Zigana’da Lütfi ağayı da görmeye gideceğim.

-Ne işin var Lütfi ağa ile oğul.

-Ayşe’yi istemeye gidecek ya ana, ona gününü söyleyeceğim.

-İsteyeceğimiz güne daha karar vermedik ki, nereden çıktı şimdi bu?

-Mart ayının on beşi dedik ya ana. Lütfi ağa ‘bana bir hafta öncesinden haber verin’ dedi, ona da söyleyeyim gideceğimiz günü. 

-Etme oğul, şimdi iş güç zamanı, onlar da bağında bahçesinde, bostanındadır. 

-Olsun ana, bir günlük iş, gider, ister gelirsiniz. 

-Sen bilirsin oğul, ne deyim. Bari Mustafa ağaya da söyleseydik.

-Sen söylersin ana.

-Peki oğul. 

Sabah, erkenden kalkan Can, Arap’ın ve Oğuz’un yemini verdi. Seher ana ile kahvaltısını yaptı. Anası ile dışarı çıktı. Ahırdan Arap’ı çıkardı, eyerini vurdu. Sıkıca kolanını çekti. Anasının tuttuğu heybeyi alarak eyere yerleştirdi. Oğuz’u da çözdü. Atının dizginlerini eline aldı, anasının elini öptü:

-Beni merak etme ana.

-Beni merakta bırakma oğul, tez gelesin.

-Gelirim ana, gelirim.

Dizginler elinde, arkasında Oğuz, çevirmeden çıktı, atına bindi. Yavaş yavaş köyü çıktı. Sarbışka’nın altına gelince atına “deh” dedi. Hafif ıslak yolda Arap’ı dörtnala sürüyordu. Oğuz ise hemen arkalarından geliyordu.

Çit Deresi eriyen kar suları ile adeta coşmuştu. Coşan sular taştan taşa vurarak büyük bir gürültü ile akıyordu. Debisinin artması çevresindeki bazı bahçe ve bostanlara suların dolmasına neden olmuştu. Köyünden uzaklaştıkça, doğanın yeşerdiğini fark ediyordu. 

-Bizim buraların baharı da bir hoş oluyor Arap. Öyle değil mi Oğuz?

Oğuz, dili dışarıda tıknefes koşuyordu. “Arap’ı iyi koşturduk, Oğuz’u da yorduk. Olsun biraz bacakları açılsın” dedi kendi kendine.  Kasabada Hayri Ağanın hanının önünden hızla geçti. Ali Osman’ın kahvehanesinin önüne gelince durdu. Atından indi. Akasya ağacına Arap’ı bağladı, dizginlerini çıkardı. Torbasını başına geçirdi. Oğuz da tıknefes ağacın altına oturdu, derin derin soluk alıyordu. Kahveci Ali Osman dışarı çıktı:

-Hayırdır Can, hoş geldin.

-Hoş bulduk emmi.

-Gel içeri. Yormuşsun yol arkadaşlarını.

-Öyle oldu emmi, biraz dinlensinler, Zigana’ya gideceğim.

-Ne işin var Zigana’da

-Lütfi ağayı göreceğim.

-Gel, çay iç, dinlen biraz, gidersin. 

Birlikte içeri girdiler. Ali Osman iki çay alarak geldi. Can’ın masasına o da oturdu.

-E, anlat bakalım ne var ne yok?

-Yaramaz bir şey yok emmi, bilirsin bizim oralar hala kar kış.

-Öyle, yüksek oralar. 

-Kartal Mustafa’nın iyi olduğunu söylediler.

-Anam iyileştirdi onu.

-Helal olsun, nasıl eski sağlığına kavuştu mu?

-Kavuştu, kavuştu.

-Senin iş ne oldu?

-Hangi iş?

-Hani?

-Ha, anladım, bu ayın on beşinde görücü yollayacağım.

-Sen gitmeyecek misin?

-Benim gitmem yakışık alır mı emmi?

-Neden olmasın Can, sen de git, eve gitmezsin. Orada Laz Hasan’ın hem oteli hem de kahvehanesi var, orada beklersin.

-Bak o olur emmi, doğru dersin ben de gideyim, dedi ve ayağa kalktı.

-Gidiyor musun?

-Gideyim emmi.

-Haydi yolun açık olsun. Geç gelirsen, mutlaka uyandır beni, burada kalırsın.

-Sağol emmi.

-Haydi selametle.

Nal seslerini duyan Fatma kız her zamanki gibi yine cama çıktı. İkinci kattaki evlerinin penceresinden Can’a bakıyordu. Babası tahsildar olan Fatma, çarşı içerisinde her nal sesi duydukça cama çıkıyordu. Can’ın gelip gelmediğine bakıyordu. Umutsuz bir aşkın içerisine düşen Fatma kızın, kendisine olan sevgisinden haberi olmayan Can, onun pencereden baktığını bile fark etmiyordu. “Ne olur bir kere başını kaldırıp da yüzüme baksan siyah atlı? Sana olan aşkımı anlardın. Hep senin yolunu gözetliyor, bir kere olsun başını kaldırıp bana bakmanı istiyorum ama nerde. Sen benden haberin olmasa da ben hep seni seveceğim Can. Senden başkasına varmam, senden başkasına gönül vermem. İster benden haberin olsun ister olmasın hep seni gönlümde yaşatacağım. Yolun açık olsun yiğidim” diyordu kendi kendine.

Cayra yol ayrımından Zigana köyü yoluna sapan Can, atına yine “deh” dedi. Eriyen karlar Zigana Deresini de coşturmuştu. Çit Deresi gibi o da Harşit Çayı’na karışıyordu. Atın üstünden Zigana’nın zirvesine baktı. Apaktı. Küçücük bir kara nokta bile görünmüyordu. “Zigana yoluna bakmamız lazım Arap, dağı aşıp aşamayacağımızı görmemiz gerek” dedi. Zigana köyündeki kahvenin önüne gelince atından indi. Atını kapı önündeki çam ağacına bağladı. Kahvehaneden içeri girdi, “selam” verdi. Kahvehane hemen hemen doluydu. Lütfi Ağa, baş masada oturuyordu. Can’ı görünce:

-Ooo, Baloğlu Hikmet’in oğlu, gel hele gel. Oğlum çay ver.

Can, eğildi, Lütfi Ağanın elini öptü. 

-Hele otur bakalım, Baloğlu Hikmet’in deli oğlu. Yine dağı aşacağım demeyesin. Hangi rüzgar attı seni buraya?

-Seni görmeye geldim dayım.

-Benim gibi kocamışın neyini göreceksin, vardır bir şey yine, söyle bakalım, yanında oturanlara, Haydi siz başka masaya gidin, Can oğlum bana özel bir şeyler söyleyecek, öyle mi Can?

-Öyle dayım.

Masadakiler biraz da yüzleri asık olarak masadan kalkıp başka masaya geçtiler. 

-E, söyle bakalım, adamları masadan kovduk.

-Darılmasınlar dayım.

-Darılmazlar, onlar benim sözüme alınmazlar, sen söyleyeceğini söyle. Şimdi sen bana söyle bugün buraya niye geldin?

-Dayım, sana söylemiştim, Ciharlı’ya kız istemeye seni de göndereceğim. Bu ayın on beşi senin için uygun mudur?

-Bu ayın on beşi he?

-Evet.

-Oğlum sen aklını soğanla mı yoksa deleme ile mi yedin? Bu ayın on beşinde Zigana’da en az iki metre kar vardır. Bu dağ aşılır mı? Ben bu dağları adım adım bilirim. Nice canlara mal olmuştur bu dağlar. Çığ altında kalanlar mı desem, tipide boğularak ölenler mi, donarak ölenler mi, hangisini anlatsam ben sana. Kış boyu sürü halinde gezer bu dağlarda kurtlar. İnsan demez, hayvan demez parçalarlar. Aşılmaz uşağım bu dağlar aşılmaz.

-Aşılmaz mı dayım?

-Aşılmaz uşağım aşılmaz. Sen şimdi köyüne dön, mayıs ayının on beşinde sana söz, o zaman bana haber vermeden gelin, gider kızı isteriz. Kızın adı neydi uşağım?

-Ellerinden öper Ayşe.

-Şimdi anladım senin neden böyle yerinde duramadığını?

-Neden dayım?

-Bir türkü vardır Ayşeler üzerine “Ayşeler hatun olur, sözüne bütün olur, Ayşe’ye vurulanlar, yanar da tütün olur.” Bilir misin bu türküyü?

-Bilirim.

-Şimdi, çayını iç, atına atla, bu türküyü söyleye söyleye dosdoğru arkana hiç bakmadan köyüne git. Mayıs ayın on beşinde benim dağdaki malikaneme gelin, oradan Ciharlı’ya ineriz. 

-Peki dayım, sen nasıl dersen öyle olsun.

-Hadi selametle. Anan Seher hatun ile Kartal Mustafa’ya da selamlarımı söyle.

-Baş üstüne dayım.

Can, atını çözdü, geldiği yoldan Lütfi Ağanın sözünü dinleyerek geri döndü. Bir saat sonra Şişman Mahmut’un dükkanının önündeydi. 

-Emmi, şeker de alacağım ama ayrı ayrı iki kilo halinde tart.

-Şeker yok Can.

-Bitti mi otuz çuval şeker?

-Bitmedi, eridi.

-Eridi mi? Nasıl?

-Evet, köyde cenaze vardı, cenazeye gittim. Yağan sulu sepkenle sular şeker çuvallarını koyduğumuz ardiyeye doldu.

-Deme Mahmut emmi.

-Evet, kalan on beş çuval şeker olduğu gibi eridi. Toptancı Cemil’e telgraf çektim. Otuz çuval daha şeker istedim.

-Ne zaman gelir?

-Bilmiyorum Can. Dağ da geçit verir mi vermez mi, onu da bilmiyorum. Çok şeker isteyen var. Bir haftaya gelir sanırım.

-Alacaklarımı aldım, şekerin gelmesini bekleriz Mahmut emmi, gideyim, akşama kalmayayım.

-Selametle Can, şeker geldiğinde ben sana üç-beş kilo ayırırım.

-Olur emmi.

Arap’a hızla bindi, “Haydi Oğuz, karanlığa kalmadan köye varalım.” Biner binmez atına “deh” dedi. Nal seslerini duyan Fatma, yine penceredeydi ama Can, dörtnala sürdüğü atının kaldırdığı tozla birlikte Ardasa çarşısından çıktı. 

-Ayşe de gelecek Arap. Ayşe de gelecek Oğuz. Can dostlarım, göreceğiz yine Ayşe’mizi. Deh de Arap deh de.

Yolda kimseler yoktu. Arap, başını kaldırıp indiriyor, kapkara kuyruğu ve yeleleri inip kalkıyordu. 

-Senin yelelerine kurban Arap, Ayşe yarın akşam buradadır. Deh de Arap deh de.

Arap koşmuyor, adeta uçuyordu, Çit Deresinin tozlu yolunda. 

(Devamı var)

YORUM EKLE